- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
Gıybet nedir? Gıybet ne demektir?
Bir insan hakkında söylenen "aval aval yüzüme baktı.." demek kadar da olsa duyduğu zaman muhatabın hoşuna gitmeyecek bir söz gıybettir ve haramdır. Yalan söylemek, zina etmek, hırsızlık yapmak ve namazı terk etmek gibi haramdır. Fakat ne tuhaf ve acıdır ki, bazı insanlar "...dine ve millete hizmet" diyor; "...burada bulunayım, bu arkadaşlarla oturup kalkayım da sevap kazanayım." diye düşünüyor; ama böyle çirkin bir günaha girmekten kendini korumuyor. Aslında bu tavır dinin bir yanını kabul edip gereğini yapma; diğer bir yanını arkaya atma demektir. Kur'anı Kerim iman kalbinde oturaklaşmamış bazı insanlardan bahsederken "Bazısına inanıyor, bazısına inanmıyorlar." demekte; onların dinin bir kısım emirlerini uygulayıp, diğer bir kısmını görmezlikten gelmelerini tenkit etmektedir.
Diğer taraftan, bizzat bizim vazifemiz değilse, başkalarının eksik ve hatalarını görmeye, onları dile dolayıp vazgeçirme tembihlerine girmeye hakkımız yoktur. Mesela, arkadaşlardan bazıları hasır ve kilimleri evlerinden toplayıp lüks halılar sermiş olabilirler. Bazıları tahta kanepelerini atıp lüks koltuklar almış olabilirler. Aslında, bizim seviyemizde bir hayat sürenler için bunların hiçbiri haram değildir. Yani, halı sermek de, koltuk koymak da haram değildir. Hasırın üzerinde yatmakalkma, başını bir tahtaya koyup uyuma bir çeşit zühd olabilir. Hatta, o insanın tabiatından kaynaklanmıyorsa, elâleme caka yapmaya ve riyaya sebep oluyorsa şahıs hakkında çok tehlikeli bir şey de olabilir. Şimdi hiç kimse kalkıp da "Ooo hocam! Sizin dediğiniz o insanlar eskide kaldı, o çamlar çoktan bardak oldu. Eskiden millet hasırlarda oturuyordu, şimdi kanepelerde, halılarda oturuyor falan..." diyemez. Hasırı, kanepeyi halı ve koltukla değiştiren adamın yaptığı iş haram değildir. Fakat diğerinin yaptığı bu tenkit ve gıybet kat'î haramdır. Bu mesele karşısında, "Artık halılarda oturuyor; kanepeleri de değiştirdi, artık o tefessüh etti." demek gıybettir ve kat'iyen haramdır.
Bir insanın iki üç kat elbisesi olabilir. İhtiyaç harici eşya bir yönüyle israftır, bir yönüyle de israf değildir. Biz o insanın niyetini bilemeyiz ki; maslahatı icabı, her dışarı çıkışında farklı bir elbise giymeyi düşünüyordur.. belki "Benim şahsımda dini mübîni İslâm'ı görüyorlar; dinimi iyi temsil etmem için bugünün anlayışına göre şık olmam da gerekli." diyordur. Yani, belli mülahazaları vardır eda ettiği vazife adına. İşte gardrobu kat kat elbiseyle dolu olan insanın o hali haram değildir; belki, küçük bir israftır. İsraf bile kendi arasında aynı seviyede değildir; farklı farklıdır. Onun bu haline kat'î olarak "haramdır" diyemeyiz. Fakat başka birinin "gırtlağına kadar israf içinde yaşayan adam" şeklinde onu kınamasının kat'î haram olduğunda şüphe yoktur.
Müttakîler dairesi saydığımız hizmet insanlarının her zaman içtikleri kevser, kokladıkları kâfur olması lazım gelirken, onlar da bazen çok çirkin düşünceler içine girebiliyorlar.. ve kevser içeceklerine zakkum yudumluyorlar hiç farkına varmadan. Oysa ki, oturup kalkıp kâfur koklamalı, kevser yudumlamalı ve cennetlikler gibi yaşamalı.. kimseyi; ama hiç kimseyi çekiştirmemeli. Biri bize elli defa kötülük yapsa, onun kötülük yapması, bizim de kötülükle mukabelede bulunmamızı meşrû kılmaz. Kötülük zatında kötüdür. Biz maruz kalsak da kötüdür, kalmasak da. Bediüzzaman, "mukâbelei bi'lmisil" için "kâidei zalimâne" demiştir; kötülüğe kötülükle karşılık vermek zalimce bir tavır sergilemektir.
Dinin mehâsini ahlak ile mütehallik olma ve mesâvîi ahlaktan ictinab etme ile ilgili emirleri tatbik edilse; kötülüğe iyilikle mukabelede bulunma.. en kötü insanlarla bile iyi geçinmesini bilme.. kobralara insanca yaşama adabını, erkanını öğretme.. akreplere insanları ısırma usulünü unutturma... yolu bulunmuş olacak ve vifak ve ittifak tam sağlanacaktır. Bugün insan en vahşi hayvanları dahi terbiye edebilmektedir. Oysa terbiyeye en müsait varlık âdemoğludur. Problemler karşısında her fert kendini gözden geçirse, başkasından hatasını anlayıp dönmesini bekleyeceğine kendisi örnek bir davranış sergileyip meselenin halline çalışsa, problem yarı yarıya azalmış hatta çözülmüş olacaktır.
Hakiki Müslümanlık anlaşılıp ciddiyetle yaşandığı zaman herhangi bir problem olacağına inanmıyorum. Müslümanlar fert fert ağızlarına, göz ve kulaklarına giren her şeye parola sorduğu zaman hiç bir içtimaî problem kalmayacaktır. Allah (cc) vifak ve ittifakı nasip edecektir; yeter ki her bir mümin "Cennete girmek istersen incitme cânı!" sözüne uygun yaşasın.
Küfre giren veya şeytana uyan bir insanın, his, irade ve şuur gibi latîfei rabbâniyeleri o esnada ölüyor mu; yoksa, bunlar mahiyet değiştirip şeytanın kullanabileceği şeyler haline mi geliyor?
Evvelâ, affınıza sığınarak sorudaki bir hususu açmak istiyorum. His, irade ve şuur için latifei rabbâniye denmesi doğru değildir. Onlar da birer nimet olduğu için mevhibe ve nimet mânasına "latife" denebilecek olsa da, ıstılahî olarak "latifei rabbâniye" dendiğinde his, irade ve şuurdan farklı bir şey anlaşılır. İnsanın cismanî varlığına yönelik hususları âlemi halk; irade, vicdan, şuur, his gibi manevî yönleri de âlemi emr içinde mütâlâa edilir. Ayrıca bu dört temel esas haricinde latifei Rabbâniye ve onun içinde önemli birer yer işgal eden sır, hâfî ve ahfâ da yine âlemi emr içinde değerlendirilir.
Her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular nefis mekanizmasını meydana getirirler. Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, âlemi emre ait Rabbanî latifeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular da vicdan mekanizmasını meydana getirir. Bu iki mekanizma çoğunlukla birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir sistem haline gelir.
Küfre girme veya günah işleme sırasında o latîfeler baskı altına alınır ve tesir icrâ edemez duruma düşerler. Hem letâifi rabbaniye ve hem de his, şuur ve irade baskı altına alınır. Mâhiyeti insaniye fenalıklara açık olunca, cismaniyete ait hususların tesirinde kalınca; şehvet gibi, gazap, hiddet, hırs gibi duygular geçici tesir icra ederler. Bazen de insan tamamen bunların tesirinde kalır. Bunların yönlendirmesiyle, vicdan mekanizması dermansız düşer.
Bazı latifeler ruh ve kalbin direği, esası durumundadır. Cenâbı Hakk'ın engin rahmetindendir ki, bunların pek çoğu pörsüyüp solsalar da ölmezler. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde sararan, kurumaya yüz tutan bu latifeler, tevbe mevsiminde tekrar yeşerir, çiçek açar ve meyve verirler. Bazı latifeler ise, işlenen bazı günahlar neticesinde ebediyyen kurur, söner ve ölürler. Ama öyle anlaşılıyor ki bu latifeler, insanın ruhî ve kalbî hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latifelerden değildirler.
Evet, insan, günahlara girdikten sonra bile onları aşıp belli bir terbiye ve rehabilite ile kendi özüne yönelirse, kalbî hayatın asıl kaynağı olan latifeler yeniden canlanır. Nefis mekanizmasının baskısından kurtulur. Hani, bazı yerlerde omur kayması, bir kıkırdağın oynaması başgösterince sinir sistemi zamanla baskı altına alınıyor. Sinir sisteminin baskı altına alındığı yerlerde kısmi felç yaşanıyor. Bu baskının ağırlığı, şiddeti ölçüsünde o felcin ciddiyeti de değişiyor. Aynen öyle de, insanı insan yapan değerler ve vicdan mekanizmasının rükunları kendilerine zıt işleyen bir mekanizmanın baskısı altında kalınca bu sistem de artık işlemez oluyor. Şeytan ve nefis de işlemeyen bir sisteme karşı taarruzlarını rahatlıkla yapabiliyorlar.
Günah esnasında insan, iradesiyle değil de, hevâsıyla mı hareket ediyor? Günaha karşı duruş nasıl olmalı?
İradenin karşısında iradesizliği, kendini salmayı kullanmak lazım. Hevâya karşılık da hüdâ kullanılmalı. Bir şey, ya Cenâbı Allah'ın rızasına muvafık olarak âsârı hüdâyladır veya tesiri hevâyladır. Hevâ; heves, arzu, nefse ait şeylere olan düşkünlük, nefsî zevkler demektir ve esasen disiplinsizliğin, emir ve nehiylere karşı duyarsızlığın, prensipsiz yaşamanın ayrı bir ünvanıdır. Ancak, işlenilen günahlar hevâya uyularak işlendiğinden dolayı günah deyince hep "hevâ" hatıra gelmektedir. Leyla Hanım da öyle der: "Hevâyı nefsime uydum, pek çok günah ettim; huzura hangi yüzle varayım ya Rasûlullah!" Evet, günah işlenmişse, hevâyı nefse uyularak işlenmiştir; yani, nefsin istekleri, arzuları, ölçü içine girmeyen ve disipline edilememiş, kıstas ve kriter kabul etmiyen kaprisleri arkasına düşülerek günaha girilmiştir.
Söz hevâda bitince sapıklık mukadderdir, günah kaçınılmaz olur. Kur'anı Kerim'de meâlen, "Baksana şu kendi hevâ ve heveslerini tanrı edinen kimseye!" (Furkan, 25/43) denilerek doğru yoldan ayrılan insanın zamanla kendi hevâsını ilah gibi görmeye başlayacağı ifade edilmiştir. Zaten, bir hadisi şerifte de, "Gök kubbe altında Allah'tan başka tapılan şeyler içinde hevâdan daha dehşetlisi yoktur." buyurulmaktadır.
İnsan kararlı olmazsa, yerinde sağlam durmazsa; yani, Allah Teâlâ karşısında sürekli rükuya, secdeye kapanmazsa ve kendini hakirlerden hakir görmenin yanıbaşında "Aman kopmayayım." diye sürekli letâifi rabbâniyesini koruma hususunda bir nöbettar gibi durmazsa hemen çıt kırılabilir, kalbî hayatında çok çabuk çatlama olabilir. Bazen insan öyle hatalara girer ki, bir dakikalık gaflet onu sarar, nefsindeki fena duyguları harekete geçirir. Ve insan bir hareketle, bir hamleyle hemen bu atmosferden sıyrılmazsa dönemeyeceği bir noktaya sürüklenebilir. Bundan dolayı, kul öyle bir hevâîliğe girdiği zaman hemen Hüdâ'ya yönelmeli, nefsine rağmen "Aman ya Rabbi!" demelidir.
Bazen de fevkalâdeden bir inâyet insanın imdadına yetişebilir. Tam fenalığa adım atacağı zaman dizinden tekme yemiş veya ayağına bir şey saplanmış gibi olur. Hemen geriye döner, o içine gömüldüğü kötü halden sıyrılır. Tehlikeli bölgeden uzaklaşabilir. Fakat, böyle harikulâdeden bir halas her zaman söz konusu olmaz. Allah muhafaza nazarlarımız yanlış bir yöne kayar; o şaşılık, fasit bir dairenin ilk halkasını teşkil eder. O alır bizi ikinci halkaya götürür. Üçüncü halka.. dördüncü halka.. derken halkaların sayısı ve derinlikleri arttıkça artar. Öyle bir noktaya gelir ki insan, tamamen boğulacağı bir derya bulur karşısında ve tutunamaz, boğulur gider dalgalar arasında. Nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, hiç farkına varmadan o deryada boğulup gitmişlerdir.
Bu sebeple, Peygamber Efendimiz (sav) sıhhat derecesiyle alakalı işaretin ne olduğunu bilemediğim bir hadisi şerifte, "Ruhunuzu hevâîlik sardığında hemen o halden uzaklaşmaya bakın." buyurmaktadır. Yorganı başınıza çektiğinizde, bir yerde tek başınıza kaldığınızda veya bir ikinci arkadaşla gaflete gömüldüğünüzde, hemen o atmosferi parçalayın, uzaklaşın oradan.. geri dönemeyeceğiniz bir noktaya çekilmeden kaçın o atmosferden.
Günahlar ve günaha çağıran davetçiler tıpkı öykülerdeki gulyabâniler gibidir. Bir tepe, iki tepe, üç tepe... nerede karşınıza bir peri kızı gibi çıkacakları veya bir ifrite dönüşüp sizi perişan edecekleri belli olmaz. Karşınıza çıktıkları zaman da işiniz bitmiştir artık.
Gözlerimin dibinde, kılcallarda serum sızması var. Bir kere dikiş attırdık, bir kere daha attırmaya gittik, "Şimdilik gerek yok." dediler. Bazen göz, Allah'ın izniyle, kendi kendini tamir ediyor. Fakat, bazen de bir müdahalede bulunulması gerekiyor. O sızmalar, aletsiz edevatsız hissedilip görülecek hale gelince, sebepler planında artık tedavi mümkün olmuyor. Ben de serum sızmasını anlamak için bazen bir gözümü yumup öbürüyle, daha sonra da onu yumup diğeriyle bakıyor, kontrol ediyordum. Yusuf Bey'e "Ben bunu emâresiyle nasıl sezebilirim?" dedim. Dedi ki, "Hocam, hafizanallah sezdiğiniz zaman zaten iş işten geçmiş demektir." Anlıyor musunuz!.. hata, günah ve yanlış yöne atılan bir adım öyle bir noktaya çıkar ki, orada iş işten geçmiş olur.
Evet, yine tıpkı uyuşturucuya benzeyen günahlar vardır. Onlarda bir temâdî söz konusudur. İnsan, bir kere alışınca o meretten yakasını kurtarması çok zordur. Bir kere başladıktan sonra bırakmak ilkine karşı direnmeye oranla on kat daha güçlü bir irade ister. Ama diğerlerine gelince, onlar anlık meselelerdir. Fakat, onlar da insanı boğabilirler. Böyle anlık ruh haletleri içinde verilmiş nice öldüresiye kararlar vardır ki, insanın manen ölümüyle sonuçlanır. O ruh haleti içinde karar verirsiniz, fakat bitersiniz.
"Hayır! Gerçek öyle değil! Asıl onlardır ki yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı da, onun için ahireti inkâr ederler." (Mutaffifîn, 83/14) ayetini açıklama sadedinde Rasûlü Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurmuştur: "Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama tekrar günaha dönerse, o leke büyür, nihayet bütün kalbini ele geçirir. İşte Kur'an'da Yüce Allah'ın 'Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı' (Mutaffifîn, 83/14) ayetinde bildirdiği pas budur."
Evet, manevî hayatımızda meydana gelen öyle bir leke ve pas, Allah'tan gelen tecellilerin mahiyetimize tam aksetmesine mani olur, orada bir körlük oluşturur. Her bir günah, ikinci bir günaha çağırıcıdır. Bir hata, ikinci hata için bir davetiyedir. Bir kere düşme, insanın ikinci kere ciddi düşmesinin mukaddemesi sayılabilir. Bir kere kayınca toparlanmaya muvaffak olursanız, o mekanda kayıldığı ve yine kayılabileceğini düşünerek oradan uzaklaşmak iktiza eder. Fakat, yine yürümeye devam ederseniz, biraz da sarsılma psikolojisi ile kayıp tekrar düşmeniz mukadderdir.
Aslında, daha baştan, öyle bir atmosfere hiç girmeme, sürekli tedbirli, temkinli yaşama, tasavvuftaki teyakkuzun baktığı ufukta dolaşma; yani, sürekli O'na ait duyguların feverânını, feyezânını hissetme ve insanı hep O'nun huzuruna çekecek bir çevrede bulunma çok önemlidir. İnsan, veli bile olsa kat'iyen nefsine güvenmemeli. İyi bir yol arkadaşı seçmeli. Gözleri hep üzerinde olacak, arkadaşının gözleri onun üzerinde oldukça da bir başka nazarla asla çarpılmayacak bir hayırhah bulmalı. Onun gözleri de diğerinin üzerinde olmalı. Muayene diyebiliriz buna; yani, karşılıklı bakışma.. iki dostun gözlerinin birbirini desteklemesi. Böyle bir irtibatta iki göz arasına bir üçüncüsü girip çarpamaz, Allah'ın inayetiyle. Böylece o iki arkadaşa da nazar değmez.
Maslahatı mürsele olarak, sufîlerin ortaya koydukları riyazât gibi şeyler bu mülahazaya matuftur. Onda bir tecrid, belli bir süre bir alıştırma ve temrin vardır. Kırk gün, insanı tehlikeli atmosferden uzak tutma, yeni bir havaya alıştırma vardır. Sâlik, ilk kırk günde tam motive olamazsa, o havayı tabiatının bir yanı haline getiremezse, yeniden bir kırk gün daha dener. Olmazsa bir kırk gün daha... Neticede insan az yemeye, az içmeye, az konuşmaya, az uykuya ve biraz da halvet hayatına alışır.
Bunu yapamayacak olan bir insan başka türlü bir yolla kendini meşgul etmeli, Cenâbı Hakk'ın teyidine vesile başka bir atmosfer içinde bulunmalı. Ve nereye giderse gitsin, hangi işe teşebbüs ederse etsin, sürekli birilerine hakikati anlatıp, onları o noktada derinleştirme mülahazası içinde olmalı. Gördüğü her insan hakkında, "Şunun ruhuna mutlaka bir şey duyurmalıyım, şu insana dinimi tanıtmalıyım, şuna da dalalete düşmemenin yollarını anlatmalıyım." demeli. Mümin bunun dertlisi ve hatta hastası olmalı. İşte, bu şekilde, otururken kalkarken hep bunları düşünüyorsa, böyle bir riyazâta ihtiyacı olmadan Allah (cc) karşısında iki büklüm ve kendi ubudiyeti adına da dimdik durabilir, Allah'ın izni ve inayetiyle.
Hata, nisyan ve günah deyip geçmemek lazım; bunlar insanın insanlığını zamanla aşındırabilirler. Eğer, hata, nisyan ve günah yüzde bir ihtimalle bile olsa hakikaten bir gulyabâni gibi insanı ölüm noktasına çekecek ve tehlikeye atacaksa, böyle bir ihtimalden insan çok korkmalı ve titremelidir. Mesela, size deseler ki, "Gel, kalb ameliyatı ol; göğsünü yaracaklar; ama neticede rahat nefes alacak, daha kolay bir ömür süreceksin." Fakat, bu teklifle beraber yüzde bir ihtimal de olsa, ameliyat masasından kalkamama ve ölüm riski de bulunduğunu söyleseler; önemser misiniz, önemsemez misiniz? Şimdilerde, kalb doktorları, ciddi rahatsız olanları teselli etmek için, bir kaç sene önce yüzdelerle ifade edilen ölüm oranlarının bindelere çekildiğini; eskiden bir anjiyoda bile ölüm nisbetinin yüzdelerde olmasına rağmen günümüzde ancak bindelerde kaldığını iddia ediyorlar. Ama böyle bir ihtimalden dolayı da doktor, masadan kalkamamanızdan korkuyor ve ameliyat etmeden önce size ölüm riskine razı olduğunuza dair imza attırıyor. "Ben böyle bir meselenin sonucundaki riski üstleniyorum." diyor ve imza atıyorsunuz. Doktor öyle korkuyor, siz de ameliyat odasına korkuyla gidiyorsunuz. Ameliyattan sağ salim çıkarsanız, herkes size "geçmiş olsun" diyor. Çünkü siz, bir ölüm riski atlatmış oluyorsunuz.
Acaba insan, manevî hayatının ölümüne sebep olabilecek şeytanî ve nefsânî tuzaklara karşı neden aynı hassasiyeti göstermez?.. Kaldı ki, manevî hayat adına gulyabânilerin ağına düşme riski, bir kalb ameliyatındaki gibi yüzdebirle, bindebirle de değil, çok kavî ihtimallerle ifade ediliyor. Bazen onda bir ihtimalle bile insan, kendisini helâkete, felâkete atabilecek bir yola girebiliyor. Mesela, yalnızlık bu istikamette atılmış çok yanlış bir adımdır. İki kişinin birarada kalması bile yine yanlış bir adımdır. Çünkü, iki kişi arasında da şerde mutabakat sağlamak kaviyyen muhtemeldir.
Bazen bir televizyonun düğmesini çevirme, karşınıza çıkacak çirkin bir görüntü açısından bu istikamette atılmış yanlış bir adımdır. Hatta manevî hayat adına bu durumlardaki tehlike ihtimali çoğunlukla "ikidebir"e kadar çıkmakda, iki sahneden birinde ruha bir hançer vurulmaktadır. Bu açıdan biz, bu işin sonucunu hesaba katarak tehdit edici bir akıbetle karşı karşıya kalmamak için çok dikkatli olmalıyız. Bir farz veya bir vecibenin edası söz konusu değilse, gereksiz yere çarşıya çıkmamalı, boş boş gezmemeli, kalb ve ruhumuzda yaralar açabilecek herhangi bir hadise ile karşılaşmamak için gözümüze, kulağımıza, adımlarımıza dikkat etmeliyiz. Mesela, bir internet sitesinde kaçta kaç ihtimalle insan çirkin bir manzara görür? Eğer o riski yüzdelerle ifade ediyorsanız bence çok tehlikeli bir zeminde yürüyorsunuz. Bu tehlikeyi düşünüp ona göre davranmanız teyakkuzdur, temkindir.
Bir farz, bir vacip söz konusu değilse niye kalbimin bozulacağı yere gideyim, niçin gönlümü yaralayacak sahnelere bakayım, neden sayfalar dolusu çerçöple ruhumu bulandırayım ki? Böyle risklere girmem için tekvinî ya da teşriî emirler açısından bir vecibe olması gerekir. Mesela, kalb krizi geçirmişsiniz, ambulansa koyup götürmüşler sizi hastaneye. Bu, tekvinî açıdan bir vecibedir. Diğer taraftan, vaaz u nasihat edeceksiniz, tebliğ ve temsil vazifenizi yapacaksınız; o zaman da gideceğiniz yere gitmelisiniz. Çünkü, bu da teşriî bir vecibedir. Şu kadar var ki, arabaya bindiniz, çarşıdan geçtiniz.. her adımınıza dikkat edecek ve levsiyattan elden geldiğince uzak kalacaksınız. Ancak, bu durumda üzerinize sıçrayan çamur ve kirler, umumi ve kaçınılması güç sıkıntılardan (belvâyı âm) sayılır ve mazur kabul edilirsiniz. Aksi halde, bir adımın, bir duyuşun, bir bakışın hesabı vardır ötede. Sadece ötede mi? Hayır, burada da batmamanız mevzuunda sık sık karşılaştığınız inayet inkıtaya uğrar; artık inayeti ilahiye kesilir, yüzüne bakılmaz, elinden tutulmaz bir kaçkın olursunuz. Rahman u Rahîm, böyle bir akıbetten hepimizi muhafaza buyursun.
Oysa ki, düşeceğiniz bir yerde, sürçtüğünüz bir anda bile çoğu zaman bir inayetle, bir riayet ve kilâetle kurtuluyorsunuzdur. Mesela, nefis atına binmiş bir günaha yürüyorsunuzdur; hiç beklemediğiniz bir yerden bir dostunuz çıkıverir karşınıza. "Gel, bir çay içelim." der. Bir bardak çay içecek kadarlık bir sürede, ruhunun ilhamlarını boşaltır sizin sinenize. Allah söyletir, o da sizin kalb hastalıklarınıza çareler söyler. Ve ondan ayrılacakken bakarsınız ki, içinizde günaha karşı bir azim kalmamış, sevap mahalli arama iştiyakı hasıl olmuş gönlünüzde.
Fakat, böyle bir himaye ve inâyet için siz, size ait olan zeminde kalmalı, sınırı aşmamalısınız. Şüpheli bölgeye yaklaşmamalı, oraya kilometrelerce uzak durmalısınız. Siz, size ait sınırlar içinde kalmaya çalışırsanız; elinizde olmayarak öbür tarafa girme söz konusu olduğu durumlarda o kilâet, o vekalet, o hıfz, o riayet ve o inayet hiç beklenmedik bir şekilde karşınıza çıkar ve sizi yürümesini bilmeyen çocuk düşeceği zaman annenin, babanın arkadan, iki omuzundan tutup onu kurtardığı gibi kurtarır. Görürsünüz, iliklerinize kadar hissedersiniz bu himayeyi. Ama siz önce kendi sınırlarınız içinde, melikin hudutlarına riâyetkar olarak kalmalısınız.
Evet, kulluk kıldan ince, kılıçtan keskindir. Varıp onun üstünde ev yapanlar da vardır, onun üzerinde duramayarak yuvarlanıp helak olanlar da.
Maalesef, insanların görme ve idrak ufku çok dar. Dar olduğu için de hata, nisyan ve günahların kendilerine neye mal olduğunu bilmiyorlar. Bazıları inkar etse ve "Peygamber neden görüyor da ben görmüyorum?" diyerek maddeperest bir tavır sergilese de görebildiğimiz âlemin, şu buudların dışında daha pek çok âlem, pek çok buud var. Görülebilecek çok şey var daha. Peygamber, vazifesi ve misyonu icabı farklı donanımıyla, sizin görme ufkunuzun üstünde çok daha farklı şeyler görüyordu. Sadece peygamber de değil, ben çehrelerde mânâ okuyan, içten geçeni duyan, dinleyen, birinin ellerine baktığı zaman onun hakkında hükmünü veren insanlar gördüm. Bunlar objektif olmayabilir; ama Allah duyurursa onlar duyar, gördürürse görür, okutursa okurlar.
Hz. Osman'ın (ra) böyle bir firasetinden bahsederler. Camiye gelirken bir sokaktan geçme esnasında gözü harama ilişen bir sahabiyi üslubunca ikaz ettiğini anlatırlar. Zaten, mümin Allah'ın nuruyla, basiret ve firasetle bakmıyor mu etrafına? Aranızda öyleleri vardır ki, sizin gözünüzden üçyüz mânâ okurlar. Fakat, başkaları kendi görmeleri sınırlı olduğu için onun okumasına bir mânâ veremezler; o da Allah'ın sırrını vermemek için saklar kendini. Eşyanın melekûtuna açık gözler kim bilir daha ne kadar şey okuyor insanın gözünde, ağzında, kulağında, burnunda, yürüyüşünde ve duruşunda?..
İşte, âh bir görülse, hata, nisyan ve günahlar ne yaralar açıyor gönüllerde!.. âh bir bilinse, bu gulyabanîler ne katliamlar yapıyor kalb ve ruh ufkunda!..
Bazı insanlar, dinî düşünceye kapalı ve inanca karşı şartlanmış muhitlerde yetişiyorlar. Bunların doğruyu bulmaları hususunda müminlerin ne yapması gerekiyor?
Dine ve inanca olan ihtiyaç insanın tabiatında vardır. O durumdaki insanlara düşen şey, tabiatlarındaki o sese kulak vermek ve inananlara karşı en azından "Bunlarda da doğruluk payı olabilir." düşüncesiyle yaklaşmaktır.
Bu mevzuda asıl vazife, hakikatı temsil eden insanlara düşüyor. Onlar, hakikatı temsil adına daha esnek, daha yumuşak, daha sıcak davranmalı ve daha kucaklayıcı olmalıdır. Müminler tebliğle beraber temsilin gücünü kullanmalıdır. Yani, öyle örnek bir hayat tarzı ortaya koymalıdır ki, diğer insanlara "Bu farklılığın kaynağı nedir, nereden geliyor bu mükemmellik?" dedirtmelidir. Bunu da, sadece Hakk'ın hatırı için, O'na olan saygısından dolayı yapmalıdır.
Siz, halkın içinden, sıradan bir insan olarak alınsanız, değişik makamları yıldırım hızıyla geçseniz ve Üstad'ın tabiriyle birden müşirliğe getirilseniz; artık siz yepyeni, bambaşka bir insansınızdır ve tavırlarınız da bu yeni konumunuza göre olmalıdır. Sizin yirmidört saat evvel bulunduğunuz bir yer olabilir. Fakat, artık siz, o yerin gerektirdiği tavırlarla veya o yerdeki insanların hal ve davranışlarıyla hareket edemezsiniz. Müşirliğe getirildiğiniz andan itibaren konumunuzun hakkını vermeniz, o konuma göre bir duruş belirlemeniz lazımdır. Mümin için de durum böyledir. O, hayat nimetiyle serfiraz olmuş; ama cemadât mertebesinde, hayvaniyet basamağında veya sadece mücerret insan rütbesinde kalmamış. Onların ötesinde kendisine değişik mazhariyetler ihsan edilmiş. İşte, bu ihsan ve nimetlere şükretmenin yanında ona düşen, konumuna göre bir duruş belirlemek, bulunduğu yerin hakkını vermektir.
Kanaati acizânemce, bizim en büyük eksikliğimiz, test ediliyor gibi hassas hareket etmeyişimizdir. Mümin, kendini sürekli bir imtihanda bilmelidir. Hayatının hiç bir safhasında, ne muamelelerinde, ne konuşmalarında ve ne de nüktelerinde kat'iyen meseleleri sulandırmamalıdır. Allah'a inanmış bir insana yaraşır bir tarzda ciddi davranmalıdır.
Bu, hiç nükte yapmayacaksın demek değildir. Nükte tavzih için, meseleleri iyice açıklamak maksadına matuf olarak yapılır. Sadece, muhatapları güldürmek gayesiyle "Bakın, size bir nükte anlatayım.. bir tane daha.." demek gevezelik ve münasebetsizlik olur. Bazen, mesela, Nasrettin Hoca'dan bir nükte anlatırsınız. Ama o nükte, temel mantığınızda, fikrinizde ve konuşmanızdaki bir boşluğu doldurmak için olmalıdır.
Size daha önce bağışlayın bir arslan ile bir tilkinin hikayesini arz etmiştim. Tilki, aç bir arslanın kocaman bizonu parçaladığını görüyor ve onu taklit etmek istiyor. Yakındaki bir köye gidiyor; karşısına çıkan bir danayı parçalamaya kalkıyor. Fakat, daha ona yaklaşır yaklaşmaz bir tekme yiyor ve gözünden oluyor. İşte öyle bir münasebet geliyor ki, tam bu nükteyi söylemenin zamanı.. mesela, bazıları kalkıp Filistin meselesini çözeceklerini iddia ediyor ve kahramanlık gösterilerine soyunuyor. Siz de diyorsunuz ki, "Yahu siz Hz. Ömer'in işine, Salahaddin'in misyonuna talip oluyorsunuz. Kudüs'ün anahtarları bir devirde Hz. Ömer'e, Salahaddin'e teslim edilmiş; şehrin büyükleri anahtarları başkasına vermemiş, sahibine vermeyi beklemişler. Bir Ömer, bir Selahaddin değilseniz onların misyonuna nasıl talip olursunuz?" Bu sözü söylerken tam zamanı deyip arslantilki meselesini misal olarak anlatıyorsunuz. "Bu, tilkinin halledebileceği bir iş değil.." diyorsunuz. Muhatabınız ne dese beğenirsiniz, "Ben de size bir ayıtilki hikayesi anlatayım.." İşte böyle bir tavır münasebetsizliktir, işi sulandırmak demektir.
Evet, mümin tavrı çok önemlidir. Mümin, her tavrıyla yüksek ideallerin ve ulvî hakikatlerin temsilcisi olmalıdır.. olmalı ve o haliyle dine en uzak kimseleri bile kendisine hayran etmelidir. O nükte yapmaz, fıkra anlatmaz değildir. Ehlullah bile çoğu zaman değişik menkıbeler anlatmış, onlarla bir boşluk doldurmuş ve bir meseleyi tavzih etmiştir.
Evet, Müslümanlığın izzetine uygun bir görüntü sergilemek çok önemlidir. Başlangıçta insan biraz zorlanabilir; tekellüflere girebilir. Fakat unutmamak lazımdır ki; her mutâvaat tekellüfün bağrında yeşerir, gelişir, kök salar ve bir çınar haline gelir. Evet, insan tabiatının bir mesele karşısında boyun eğmesi ve onu kabullenmesi (mutavaat) biraz zorlanma ve az sun'iliklere girme (tekellüf) sonrasında mümkün olur.
Allah'ı ne kadar zikretmeliyiz ya da zikir ne ölçüde olursa yeterli denebilir?
Zikir; anmahatırlama, belli duaları belli bir sayı ve şekilde okuma, Allah'ı dil ve kalb ile yâdetme ve hayatı duyarak yaşayıp varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah'a ait bir mesaj alma demektir. Her ne kadar zikir dendiğinde, Esmâi Hüsnâ'dan bazılarını veya bir kısım duaları tekrar etme anlaşılıyorsa da asıl olan kalb ve latîfei Rabbâniye'nin bu hatırlama ve anmaya bağlanmasıdır.
Dille yapılan zikirde özellikle Cenâbı Hakk'ın isimleri tekrar edilmektedir. Bir mürşidin irşadı ve gözetiminde, o En Güzel İsimler'den bazıları belli bir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda Kitap ve Sünnet'te kat'î bir şey yoktur. Fakat selefi salihînden bazıları, o mübarek isimleri ebced hesabındaki karşılıklarına göre çekmişlerdir. Meselâ, Allah lafzı celâlinin ebced karşılığı 66'dır. Zikir sırasında bu lafzı celâl'i bazıları 66 kez, bazıları da 66'nın katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber, Esmâi İlâhî'den hangisinin sizin üzerinizde galip ve hakim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi tavsiye etmişlerdir. Meselâ "Latîf" ismine mazhar olabilirsiniz. O zaman her namazdan sonra onu 129 defa söylersiniz; çünkü bizim bildiğimiz iki ebced hesabından birine göre Latîf ismi 129'a denk düşmektedir.
Zikir adına bazıları "Lâ mevcûde illallah" bazıları "Lâ meşhûde illallah" ya da "Lâ ilâhe illallah" ve bazıları da "lâ" dan sonra bütün esmâi ilâhiyeyi birden mülâhaza ederek "illallah" demişler ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile "kelimei tevhîd"e devam etmişlerdir. Tekyelerde zikir dendiğinde çoğunlukla "Lâ ilâhe illallâh" çekme anlaşılmıştır. Bu zikir "O'ndan başka Ma'budu bi'lHak, Maksûdu bi'listihkak yok, sadece O var." mânâsını ifade etmesi açısından kamil bir zikirdir. Hemen hemen bütün değişik tasavvuf yolları veya tarikat versiyonları "Lâ ilahe illallah"ta birleşir, onu çeker, sonra da "Muhammedu'rRasûlullah"la zikri bağlarlar.
Aslında zikir daha şümullü düşünülmelidir; yani anma, unutan bir insanın hatırlaması olarak değil de hatırlamanın sürekli olması, her fırsatta O'nu bir kere daha yâdetme ve bunun insan tabiatının bir yanı haline gelmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Bu zaviyeden namaz, oruç, zekat, hac ve tefekkür de bir zikirdir.
Meselâ, namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur'anı Kerim, "ve ekımi'ssalâte lizikrî Beni hatırlamak için namaz kıl." (Tâhâ, 20/14) ayetiyle bu hakikati nazara verir. "Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah'ı) ananlar için bir hatırlatmadır." (Hûd, 11/114) ayeti de bu hususu ifade eder. Bu ayetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenât teşkil etmesi ve bu hasenâtın seyyiâtı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca, ayeti kerîmenin sonunda, "Zâlike zikrâ li'zzâkirîn İşte bu, Allah'ı ananlar için bir hatırlatmadır." (Hûd, 11/114) denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.
İşte zikri, Esmâi Hüsnâ'dan bazı isimleri çokça tekrarlama, O'nu anma; hatırlamayı namaz, oruç gibi ibadetlerimizle sürekli hale getirme ve bu yâdetmeyi tefekkürle iyice derinleştirerek bütün benliğimize mâl etme çerçevesinde anlamak lazımdır.
Zikirde zirve nokta başta "Latîfei Rabbâniye" olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah'ı yâdetmek, yâni varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlığı ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; her zaman bir nabız gibi atan varlığın O'na şahitlik edişine dair mülâhazalarla oturupkalkmak şeklindeki kalbî zikirdir.
Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Zikretme, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. "Onlar Allah'ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar." (Âli İmrân, 3/191) fehvâsınca ne zaman, ne de hâl itibârıyla zikrullah'a tahdid konmamıştır.
Ayrıca, Cenabı Hak Kur'anı Kerim'de "Yâ eyyuhe'llezîne âmenü'zkürullâhe zikran kesîrâ ve sebbihûhu bükraten ve asîlâ Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin, sık sık anın. O'nu sabah akşam takdis ve tenzih edin." (Ahzâb, 33/4142) buyurmaktadır. Bu, bize gösterilen bir hedef, yakalamamız gereken bir ufuktur. Cenâbı Hakk'ı bize bahşettiği nimetler ölçüsünde anmaya çalışmamız gerekir. Ne var ki, hiç bir zaman Rezzâkı Kerîm'in nimetlerine gereğince karşılık veremeyiz.. veremeyiz zira, her gün binlerce defa O'nu ansak, nimetlerine şükretsek de bu Cenâbı Allah'ın üzerimizdeki nimetlerine karşı çok az bir şükür sayılır. Çünkü "Ve in teuddû ni'metallahi lâ tuhsûhâ Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız." (İbrahîm, 14/34) fehvasınca O'nun sayılamayacak kadar çok nimeti vardır üzerimizde...
Bir insan hakkında söylenen "aval aval yüzüme baktı.." demek kadar da olsa duyduğu zaman muhatabın hoşuna gitmeyecek bir söz gıybettir ve haramdır. Yalan söylemek, zina etmek, hırsızlık yapmak ve namazı terk etmek gibi haramdır. Fakat ne tuhaf ve acıdır ki, bazı insanlar "...dine ve millete hizmet" diyor; "...burada bulunayım, bu arkadaşlarla oturup kalkayım da sevap kazanayım." diye düşünüyor; ama böyle çirkin bir günaha girmekten kendini korumuyor. Aslında bu tavır dinin bir yanını kabul edip gereğini yapma; diğer bir yanını arkaya atma demektir. Kur'anı Kerim iman kalbinde oturaklaşmamış bazı insanlardan bahsederken "Bazısına inanıyor, bazısına inanmıyorlar." demekte; onların dinin bir kısım emirlerini uygulayıp, diğer bir kısmını görmezlikten gelmelerini tenkit etmektedir.
Diğer taraftan, bizzat bizim vazifemiz değilse, başkalarının eksik ve hatalarını görmeye, onları dile dolayıp vazgeçirme tembihlerine girmeye hakkımız yoktur. Mesela, arkadaşlardan bazıları hasır ve kilimleri evlerinden toplayıp lüks halılar sermiş olabilirler. Bazıları tahta kanepelerini atıp lüks koltuklar almış olabilirler. Aslında, bizim seviyemizde bir hayat sürenler için bunların hiçbiri haram değildir. Yani, halı sermek de, koltuk koymak da haram değildir. Hasırın üzerinde yatmakalkma, başını bir tahtaya koyup uyuma bir çeşit zühd olabilir. Hatta, o insanın tabiatından kaynaklanmıyorsa, elâleme caka yapmaya ve riyaya sebep oluyorsa şahıs hakkında çok tehlikeli bir şey de olabilir. Şimdi hiç kimse kalkıp da "Ooo hocam! Sizin dediğiniz o insanlar eskide kaldı, o çamlar çoktan bardak oldu. Eskiden millet hasırlarda oturuyordu, şimdi kanepelerde, halılarda oturuyor falan..." diyemez. Hasırı, kanepeyi halı ve koltukla değiştiren adamın yaptığı iş haram değildir. Fakat diğerinin yaptığı bu tenkit ve gıybet kat'î haramdır. Bu mesele karşısında, "Artık halılarda oturuyor; kanepeleri de değiştirdi, artık o tefessüh etti." demek gıybettir ve kat'iyen haramdır.
Bir insanın iki üç kat elbisesi olabilir. İhtiyaç harici eşya bir yönüyle israftır, bir yönüyle de israf değildir. Biz o insanın niyetini bilemeyiz ki; maslahatı icabı, her dışarı çıkışında farklı bir elbise giymeyi düşünüyordur.. belki "Benim şahsımda dini mübîni İslâm'ı görüyorlar; dinimi iyi temsil etmem için bugünün anlayışına göre şık olmam da gerekli." diyordur. Yani, belli mülahazaları vardır eda ettiği vazife adına. İşte gardrobu kat kat elbiseyle dolu olan insanın o hali haram değildir; belki, küçük bir israftır. İsraf bile kendi arasında aynı seviyede değildir; farklı farklıdır. Onun bu haline kat'î olarak "haramdır" diyemeyiz. Fakat başka birinin "gırtlağına kadar israf içinde yaşayan adam" şeklinde onu kınamasının kat'î haram olduğunda şüphe yoktur.
Müttakîler dairesi saydığımız hizmet insanlarının her zaman içtikleri kevser, kokladıkları kâfur olması lazım gelirken, onlar da bazen çok çirkin düşünceler içine girebiliyorlar.. ve kevser içeceklerine zakkum yudumluyorlar hiç farkına varmadan. Oysa ki, oturup kalkıp kâfur koklamalı, kevser yudumlamalı ve cennetlikler gibi yaşamalı.. kimseyi; ama hiç kimseyi çekiştirmemeli. Biri bize elli defa kötülük yapsa, onun kötülük yapması, bizim de kötülükle mukabelede bulunmamızı meşrû kılmaz. Kötülük zatında kötüdür. Biz maruz kalsak da kötüdür, kalmasak da. Bediüzzaman, "mukâbelei bi'lmisil" için "kâidei zalimâne" demiştir; kötülüğe kötülükle karşılık vermek zalimce bir tavır sergilemektir.
Dinin mehâsini ahlak ile mütehallik olma ve mesâvîi ahlaktan ictinab etme ile ilgili emirleri tatbik edilse; kötülüğe iyilikle mukabelede bulunma.. en kötü insanlarla bile iyi geçinmesini bilme.. kobralara insanca yaşama adabını, erkanını öğretme.. akreplere insanları ısırma usulünü unutturma... yolu bulunmuş olacak ve vifak ve ittifak tam sağlanacaktır. Bugün insan en vahşi hayvanları dahi terbiye edebilmektedir. Oysa terbiyeye en müsait varlık âdemoğludur. Problemler karşısında her fert kendini gözden geçirse, başkasından hatasını anlayıp dönmesini bekleyeceğine kendisi örnek bir davranış sergileyip meselenin halline çalışsa, problem yarı yarıya azalmış hatta çözülmüş olacaktır.
Hakiki Müslümanlık anlaşılıp ciddiyetle yaşandığı zaman herhangi bir problem olacağına inanmıyorum. Müslümanlar fert fert ağızlarına, göz ve kulaklarına giren her şeye parola sorduğu zaman hiç bir içtimaî problem kalmayacaktır. Allah (cc) vifak ve ittifakı nasip edecektir; yeter ki her bir mümin "Cennete girmek istersen incitme cânı!" sözüne uygun yaşasın.
Küfre giren veya şeytana uyan bir insanın, his, irade ve şuur gibi latîfei rabbâniyeleri o esnada ölüyor mu; yoksa, bunlar mahiyet değiştirip şeytanın kullanabileceği şeyler haline mi geliyor?
Evvelâ, affınıza sığınarak sorudaki bir hususu açmak istiyorum. His, irade ve şuur için latifei rabbâniye denmesi doğru değildir. Onlar da birer nimet olduğu için mevhibe ve nimet mânasına "latife" denebilecek olsa da, ıstılahî olarak "latifei rabbâniye" dendiğinde his, irade ve şuurdan farklı bir şey anlaşılır. İnsanın cismanî varlığına yönelik hususları âlemi halk; irade, vicdan, şuur, his gibi manevî yönleri de âlemi emr içinde mütâlâa edilir. Ayrıca bu dört temel esas haricinde latifei Rabbâniye ve onun içinde önemli birer yer işgal eden sır, hâfî ve ahfâ da yine âlemi emr içinde değerlendirilir.
Her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular nefis mekanizmasını meydana getirirler. Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, âlemi emre ait Rabbanî latifeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular da vicdan mekanizmasını meydana getirir. Bu iki mekanizma çoğunlukla birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir sistem haline gelir.
Küfre girme veya günah işleme sırasında o latîfeler baskı altına alınır ve tesir icrâ edemez duruma düşerler. Hem letâifi rabbaniye ve hem de his, şuur ve irade baskı altına alınır. Mâhiyeti insaniye fenalıklara açık olunca, cismaniyete ait hususların tesirinde kalınca; şehvet gibi, gazap, hiddet, hırs gibi duygular geçici tesir icra ederler. Bazen de insan tamamen bunların tesirinde kalır. Bunların yönlendirmesiyle, vicdan mekanizması dermansız düşer.
Bazı latifeler ruh ve kalbin direği, esası durumundadır. Cenâbı Hakk'ın engin rahmetindendir ki, bunların pek çoğu pörsüyüp solsalar da ölmezler. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde sararan, kurumaya yüz tutan bu latifeler, tevbe mevsiminde tekrar yeşerir, çiçek açar ve meyve verirler. Bazı latifeler ise, işlenen bazı günahlar neticesinde ebediyyen kurur, söner ve ölürler. Ama öyle anlaşılıyor ki bu latifeler, insanın ruhî ve kalbî hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latifelerden değildirler.
Evet, insan, günahlara girdikten sonra bile onları aşıp belli bir terbiye ve rehabilite ile kendi özüne yönelirse, kalbî hayatın asıl kaynağı olan latifeler yeniden canlanır. Nefis mekanizmasının baskısından kurtulur. Hani, bazı yerlerde omur kayması, bir kıkırdağın oynaması başgösterince sinir sistemi zamanla baskı altına alınıyor. Sinir sisteminin baskı altına alındığı yerlerde kısmi felç yaşanıyor. Bu baskının ağırlığı, şiddeti ölçüsünde o felcin ciddiyeti de değişiyor. Aynen öyle de, insanı insan yapan değerler ve vicdan mekanizmasının rükunları kendilerine zıt işleyen bir mekanizmanın baskısı altında kalınca bu sistem de artık işlemez oluyor. Şeytan ve nefis de işlemeyen bir sisteme karşı taarruzlarını rahatlıkla yapabiliyorlar.
Günah esnasında insan, iradesiyle değil de, hevâsıyla mı hareket ediyor? Günaha karşı duruş nasıl olmalı?
İradenin karşısında iradesizliği, kendini salmayı kullanmak lazım. Hevâya karşılık da hüdâ kullanılmalı. Bir şey, ya Cenâbı Allah'ın rızasına muvafık olarak âsârı hüdâyladır veya tesiri hevâyladır. Hevâ; heves, arzu, nefse ait şeylere olan düşkünlük, nefsî zevkler demektir ve esasen disiplinsizliğin, emir ve nehiylere karşı duyarsızlığın, prensipsiz yaşamanın ayrı bir ünvanıdır. Ancak, işlenilen günahlar hevâya uyularak işlendiğinden dolayı günah deyince hep "hevâ" hatıra gelmektedir. Leyla Hanım da öyle der: "Hevâyı nefsime uydum, pek çok günah ettim; huzura hangi yüzle varayım ya Rasûlullah!" Evet, günah işlenmişse, hevâyı nefse uyularak işlenmiştir; yani, nefsin istekleri, arzuları, ölçü içine girmeyen ve disipline edilememiş, kıstas ve kriter kabul etmiyen kaprisleri arkasına düşülerek günaha girilmiştir.
Söz hevâda bitince sapıklık mukadderdir, günah kaçınılmaz olur. Kur'anı Kerim'de meâlen, "Baksana şu kendi hevâ ve heveslerini tanrı edinen kimseye!" (Furkan, 25/43) denilerek doğru yoldan ayrılan insanın zamanla kendi hevâsını ilah gibi görmeye başlayacağı ifade edilmiştir. Zaten, bir hadisi şerifte de, "Gök kubbe altında Allah'tan başka tapılan şeyler içinde hevâdan daha dehşetlisi yoktur." buyurulmaktadır.
İnsan kararlı olmazsa, yerinde sağlam durmazsa; yani, Allah Teâlâ karşısında sürekli rükuya, secdeye kapanmazsa ve kendini hakirlerden hakir görmenin yanıbaşında "Aman kopmayayım." diye sürekli letâifi rabbâniyesini koruma hususunda bir nöbettar gibi durmazsa hemen çıt kırılabilir, kalbî hayatında çok çabuk çatlama olabilir. Bazen insan öyle hatalara girer ki, bir dakikalık gaflet onu sarar, nefsindeki fena duyguları harekete geçirir. Ve insan bir hareketle, bir hamleyle hemen bu atmosferden sıyrılmazsa dönemeyeceği bir noktaya sürüklenebilir. Bundan dolayı, kul öyle bir hevâîliğe girdiği zaman hemen Hüdâ'ya yönelmeli, nefsine rağmen "Aman ya Rabbi!" demelidir.
Bazen de fevkalâdeden bir inâyet insanın imdadına yetişebilir. Tam fenalığa adım atacağı zaman dizinden tekme yemiş veya ayağına bir şey saplanmış gibi olur. Hemen geriye döner, o içine gömüldüğü kötü halden sıyrılır. Tehlikeli bölgeden uzaklaşabilir. Fakat, böyle harikulâdeden bir halas her zaman söz konusu olmaz. Allah muhafaza nazarlarımız yanlış bir yöne kayar; o şaşılık, fasit bir dairenin ilk halkasını teşkil eder. O alır bizi ikinci halkaya götürür. Üçüncü halka.. dördüncü halka.. derken halkaların sayısı ve derinlikleri arttıkça artar. Öyle bir noktaya gelir ki insan, tamamen boğulacağı bir derya bulur karşısında ve tutunamaz, boğulur gider dalgalar arasında. Nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, hiç farkına varmadan o deryada boğulup gitmişlerdir.
Bu sebeple, Peygamber Efendimiz (sav) sıhhat derecesiyle alakalı işaretin ne olduğunu bilemediğim bir hadisi şerifte, "Ruhunuzu hevâîlik sardığında hemen o halden uzaklaşmaya bakın." buyurmaktadır. Yorganı başınıza çektiğinizde, bir yerde tek başınıza kaldığınızda veya bir ikinci arkadaşla gaflete gömüldüğünüzde, hemen o atmosferi parçalayın, uzaklaşın oradan.. geri dönemeyeceğiniz bir noktaya çekilmeden kaçın o atmosferden.
Günahlar ve günaha çağıran davetçiler tıpkı öykülerdeki gulyabâniler gibidir. Bir tepe, iki tepe, üç tepe... nerede karşınıza bir peri kızı gibi çıkacakları veya bir ifrite dönüşüp sizi perişan edecekleri belli olmaz. Karşınıza çıktıkları zaman da işiniz bitmiştir artık.
Gözlerimin dibinde, kılcallarda serum sızması var. Bir kere dikiş attırdık, bir kere daha attırmaya gittik, "Şimdilik gerek yok." dediler. Bazen göz, Allah'ın izniyle, kendi kendini tamir ediyor. Fakat, bazen de bir müdahalede bulunulması gerekiyor. O sızmalar, aletsiz edevatsız hissedilip görülecek hale gelince, sebepler planında artık tedavi mümkün olmuyor. Ben de serum sızmasını anlamak için bazen bir gözümü yumup öbürüyle, daha sonra da onu yumup diğeriyle bakıyor, kontrol ediyordum. Yusuf Bey'e "Ben bunu emâresiyle nasıl sezebilirim?" dedim. Dedi ki, "Hocam, hafizanallah sezdiğiniz zaman zaten iş işten geçmiş demektir." Anlıyor musunuz!.. hata, günah ve yanlış yöne atılan bir adım öyle bir noktaya çıkar ki, orada iş işten geçmiş olur.
Evet, yine tıpkı uyuşturucuya benzeyen günahlar vardır. Onlarda bir temâdî söz konusudur. İnsan, bir kere alışınca o meretten yakasını kurtarması çok zordur. Bir kere başladıktan sonra bırakmak ilkine karşı direnmeye oranla on kat daha güçlü bir irade ister. Ama diğerlerine gelince, onlar anlık meselelerdir. Fakat, onlar da insanı boğabilirler. Böyle anlık ruh haletleri içinde verilmiş nice öldüresiye kararlar vardır ki, insanın manen ölümüyle sonuçlanır. O ruh haleti içinde karar verirsiniz, fakat bitersiniz.
"Hayır! Gerçek öyle değil! Asıl onlardır ki yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı da, onun için ahireti inkâr ederler." (Mutaffifîn, 83/14) ayetini açıklama sadedinde Rasûlü Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurmuştur: "Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama tekrar günaha dönerse, o leke büyür, nihayet bütün kalbini ele geçirir. İşte Kur'an'da Yüce Allah'ın 'Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı' (Mutaffifîn, 83/14) ayetinde bildirdiği pas budur."
Evet, manevî hayatımızda meydana gelen öyle bir leke ve pas, Allah'tan gelen tecellilerin mahiyetimize tam aksetmesine mani olur, orada bir körlük oluşturur. Her bir günah, ikinci bir günaha çağırıcıdır. Bir hata, ikinci hata için bir davetiyedir. Bir kere düşme, insanın ikinci kere ciddi düşmesinin mukaddemesi sayılabilir. Bir kere kayınca toparlanmaya muvaffak olursanız, o mekanda kayıldığı ve yine kayılabileceğini düşünerek oradan uzaklaşmak iktiza eder. Fakat, yine yürümeye devam ederseniz, biraz da sarsılma psikolojisi ile kayıp tekrar düşmeniz mukadderdir.
Aslında, daha baştan, öyle bir atmosfere hiç girmeme, sürekli tedbirli, temkinli yaşama, tasavvuftaki teyakkuzun baktığı ufukta dolaşma; yani, sürekli O'na ait duyguların feverânını, feyezânını hissetme ve insanı hep O'nun huzuruna çekecek bir çevrede bulunma çok önemlidir. İnsan, veli bile olsa kat'iyen nefsine güvenmemeli. İyi bir yol arkadaşı seçmeli. Gözleri hep üzerinde olacak, arkadaşının gözleri onun üzerinde oldukça da bir başka nazarla asla çarpılmayacak bir hayırhah bulmalı. Onun gözleri de diğerinin üzerinde olmalı. Muayene diyebiliriz buna; yani, karşılıklı bakışma.. iki dostun gözlerinin birbirini desteklemesi. Böyle bir irtibatta iki göz arasına bir üçüncüsü girip çarpamaz, Allah'ın inayetiyle. Böylece o iki arkadaşa da nazar değmez.
Maslahatı mürsele olarak, sufîlerin ortaya koydukları riyazât gibi şeyler bu mülahazaya matuftur. Onda bir tecrid, belli bir süre bir alıştırma ve temrin vardır. Kırk gün, insanı tehlikeli atmosferden uzak tutma, yeni bir havaya alıştırma vardır. Sâlik, ilk kırk günde tam motive olamazsa, o havayı tabiatının bir yanı haline getiremezse, yeniden bir kırk gün daha dener. Olmazsa bir kırk gün daha... Neticede insan az yemeye, az içmeye, az konuşmaya, az uykuya ve biraz da halvet hayatına alışır.
Bunu yapamayacak olan bir insan başka türlü bir yolla kendini meşgul etmeli, Cenâbı Hakk'ın teyidine vesile başka bir atmosfer içinde bulunmalı. Ve nereye giderse gitsin, hangi işe teşebbüs ederse etsin, sürekli birilerine hakikati anlatıp, onları o noktada derinleştirme mülahazası içinde olmalı. Gördüğü her insan hakkında, "Şunun ruhuna mutlaka bir şey duyurmalıyım, şu insana dinimi tanıtmalıyım, şuna da dalalete düşmemenin yollarını anlatmalıyım." demeli. Mümin bunun dertlisi ve hatta hastası olmalı. İşte, bu şekilde, otururken kalkarken hep bunları düşünüyorsa, böyle bir riyazâta ihtiyacı olmadan Allah (cc) karşısında iki büklüm ve kendi ubudiyeti adına da dimdik durabilir, Allah'ın izni ve inayetiyle.
Hata, nisyan ve günah deyip geçmemek lazım; bunlar insanın insanlığını zamanla aşındırabilirler. Eğer, hata, nisyan ve günah yüzde bir ihtimalle bile olsa hakikaten bir gulyabâni gibi insanı ölüm noktasına çekecek ve tehlikeye atacaksa, böyle bir ihtimalden insan çok korkmalı ve titremelidir. Mesela, size deseler ki, "Gel, kalb ameliyatı ol; göğsünü yaracaklar; ama neticede rahat nefes alacak, daha kolay bir ömür süreceksin." Fakat, bu teklifle beraber yüzde bir ihtimal de olsa, ameliyat masasından kalkamama ve ölüm riski de bulunduğunu söyleseler; önemser misiniz, önemsemez misiniz? Şimdilerde, kalb doktorları, ciddi rahatsız olanları teselli etmek için, bir kaç sene önce yüzdelerle ifade edilen ölüm oranlarının bindelere çekildiğini; eskiden bir anjiyoda bile ölüm nisbetinin yüzdelerde olmasına rağmen günümüzde ancak bindelerde kaldığını iddia ediyorlar. Ama böyle bir ihtimalden dolayı da doktor, masadan kalkamamanızdan korkuyor ve ameliyat etmeden önce size ölüm riskine razı olduğunuza dair imza attırıyor. "Ben böyle bir meselenin sonucundaki riski üstleniyorum." diyor ve imza atıyorsunuz. Doktor öyle korkuyor, siz de ameliyat odasına korkuyla gidiyorsunuz. Ameliyattan sağ salim çıkarsanız, herkes size "geçmiş olsun" diyor. Çünkü siz, bir ölüm riski atlatmış oluyorsunuz.
Acaba insan, manevî hayatının ölümüne sebep olabilecek şeytanî ve nefsânî tuzaklara karşı neden aynı hassasiyeti göstermez?.. Kaldı ki, manevî hayat adına gulyabânilerin ağına düşme riski, bir kalb ameliyatındaki gibi yüzdebirle, bindebirle de değil, çok kavî ihtimallerle ifade ediliyor. Bazen onda bir ihtimalle bile insan, kendisini helâkete, felâkete atabilecek bir yola girebiliyor. Mesela, yalnızlık bu istikamette atılmış çok yanlış bir adımdır. İki kişinin birarada kalması bile yine yanlış bir adımdır. Çünkü, iki kişi arasında da şerde mutabakat sağlamak kaviyyen muhtemeldir.
Bazen bir televizyonun düğmesini çevirme, karşınıza çıkacak çirkin bir görüntü açısından bu istikamette atılmış yanlış bir adımdır. Hatta manevî hayat adına bu durumlardaki tehlike ihtimali çoğunlukla "ikidebir"e kadar çıkmakda, iki sahneden birinde ruha bir hançer vurulmaktadır. Bu açıdan biz, bu işin sonucunu hesaba katarak tehdit edici bir akıbetle karşı karşıya kalmamak için çok dikkatli olmalıyız. Bir farz veya bir vecibenin edası söz konusu değilse, gereksiz yere çarşıya çıkmamalı, boş boş gezmemeli, kalb ve ruhumuzda yaralar açabilecek herhangi bir hadise ile karşılaşmamak için gözümüze, kulağımıza, adımlarımıza dikkat etmeliyiz. Mesela, bir internet sitesinde kaçta kaç ihtimalle insan çirkin bir manzara görür? Eğer o riski yüzdelerle ifade ediyorsanız bence çok tehlikeli bir zeminde yürüyorsunuz. Bu tehlikeyi düşünüp ona göre davranmanız teyakkuzdur, temkindir.
Bir farz, bir vacip söz konusu değilse niye kalbimin bozulacağı yere gideyim, niçin gönlümü yaralayacak sahnelere bakayım, neden sayfalar dolusu çerçöple ruhumu bulandırayım ki? Böyle risklere girmem için tekvinî ya da teşriî emirler açısından bir vecibe olması gerekir. Mesela, kalb krizi geçirmişsiniz, ambulansa koyup götürmüşler sizi hastaneye. Bu, tekvinî açıdan bir vecibedir. Diğer taraftan, vaaz u nasihat edeceksiniz, tebliğ ve temsil vazifenizi yapacaksınız; o zaman da gideceğiniz yere gitmelisiniz. Çünkü, bu da teşriî bir vecibedir. Şu kadar var ki, arabaya bindiniz, çarşıdan geçtiniz.. her adımınıza dikkat edecek ve levsiyattan elden geldiğince uzak kalacaksınız. Ancak, bu durumda üzerinize sıçrayan çamur ve kirler, umumi ve kaçınılması güç sıkıntılardan (belvâyı âm) sayılır ve mazur kabul edilirsiniz. Aksi halde, bir adımın, bir duyuşun, bir bakışın hesabı vardır ötede. Sadece ötede mi? Hayır, burada da batmamanız mevzuunda sık sık karşılaştığınız inayet inkıtaya uğrar; artık inayeti ilahiye kesilir, yüzüne bakılmaz, elinden tutulmaz bir kaçkın olursunuz. Rahman u Rahîm, böyle bir akıbetten hepimizi muhafaza buyursun.
Oysa ki, düşeceğiniz bir yerde, sürçtüğünüz bir anda bile çoğu zaman bir inayetle, bir riayet ve kilâetle kurtuluyorsunuzdur. Mesela, nefis atına binmiş bir günaha yürüyorsunuzdur; hiç beklemediğiniz bir yerden bir dostunuz çıkıverir karşınıza. "Gel, bir çay içelim." der. Bir bardak çay içecek kadarlık bir sürede, ruhunun ilhamlarını boşaltır sizin sinenize. Allah söyletir, o da sizin kalb hastalıklarınıza çareler söyler. Ve ondan ayrılacakken bakarsınız ki, içinizde günaha karşı bir azim kalmamış, sevap mahalli arama iştiyakı hasıl olmuş gönlünüzde.
Fakat, böyle bir himaye ve inâyet için siz, size ait olan zeminde kalmalı, sınırı aşmamalısınız. Şüpheli bölgeye yaklaşmamalı, oraya kilometrelerce uzak durmalısınız. Siz, size ait sınırlar içinde kalmaya çalışırsanız; elinizde olmayarak öbür tarafa girme söz konusu olduğu durumlarda o kilâet, o vekalet, o hıfz, o riayet ve o inayet hiç beklenmedik bir şekilde karşınıza çıkar ve sizi yürümesini bilmeyen çocuk düşeceği zaman annenin, babanın arkadan, iki omuzundan tutup onu kurtardığı gibi kurtarır. Görürsünüz, iliklerinize kadar hissedersiniz bu himayeyi. Ama siz önce kendi sınırlarınız içinde, melikin hudutlarına riâyetkar olarak kalmalısınız.
Evet, kulluk kıldan ince, kılıçtan keskindir. Varıp onun üstünde ev yapanlar da vardır, onun üzerinde duramayarak yuvarlanıp helak olanlar da.
Maalesef, insanların görme ve idrak ufku çok dar. Dar olduğu için de hata, nisyan ve günahların kendilerine neye mal olduğunu bilmiyorlar. Bazıları inkar etse ve "Peygamber neden görüyor da ben görmüyorum?" diyerek maddeperest bir tavır sergilese de görebildiğimiz âlemin, şu buudların dışında daha pek çok âlem, pek çok buud var. Görülebilecek çok şey var daha. Peygamber, vazifesi ve misyonu icabı farklı donanımıyla, sizin görme ufkunuzun üstünde çok daha farklı şeyler görüyordu. Sadece peygamber de değil, ben çehrelerde mânâ okuyan, içten geçeni duyan, dinleyen, birinin ellerine baktığı zaman onun hakkında hükmünü veren insanlar gördüm. Bunlar objektif olmayabilir; ama Allah duyurursa onlar duyar, gördürürse görür, okutursa okurlar.
Hz. Osman'ın (ra) böyle bir firasetinden bahsederler. Camiye gelirken bir sokaktan geçme esnasında gözü harama ilişen bir sahabiyi üslubunca ikaz ettiğini anlatırlar. Zaten, mümin Allah'ın nuruyla, basiret ve firasetle bakmıyor mu etrafına? Aranızda öyleleri vardır ki, sizin gözünüzden üçyüz mânâ okurlar. Fakat, başkaları kendi görmeleri sınırlı olduğu için onun okumasına bir mânâ veremezler; o da Allah'ın sırrını vermemek için saklar kendini. Eşyanın melekûtuna açık gözler kim bilir daha ne kadar şey okuyor insanın gözünde, ağzında, kulağında, burnunda, yürüyüşünde ve duruşunda?..
İşte, âh bir görülse, hata, nisyan ve günahlar ne yaralar açıyor gönüllerde!.. âh bir bilinse, bu gulyabanîler ne katliamlar yapıyor kalb ve ruh ufkunda!..
Bazı insanlar, dinî düşünceye kapalı ve inanca karşı şartlanmış muhitlerde yetişiyorlar. Bunların doğruyu bulmaları hususunda müminlerin ne yapması gerekiyor?
Dine ve inanca olan ihtiyaç insanın tabiatında vardır. O durumdaki insanlara düşen şey, tabiatlarındaki o sese kulak vermek ve inananlara karşı en azından "Bunlarda da doğruluk payı olabilir." düşüncesiyle yaklaşmaktır.
Bu mevzuda asıl vazife, hakikatı temsil eden insanlara düşüyor. Onlar, hakikatı temsil adına daha esnek, daha yumuşak, daha sıcak davranmalı ve daha kucaklayıcı olmalıdır. Müminler tebliğle beraber temsilin gücünü kullanmalıdır. Yani, öyle örnek bir hayat tarzı ortaya koymalıdır ki, diğer insanlara "Bu farklılığın kaynağı nedir, nereden geliyor bu mükemmellik?" dedirtmelidir. Bunu da, sadece Hakk'ın hatırı için, O'na olan saygısından dolayı yapmalıdır.
Siz, halkın içinden, sıradan bir insan olarak alınsanız, değişik makamları yıldırım hızıyla geçseniz ve Üstad'ın tabiriyle birden müşirliğe getirilseniz; artık siz yepyeni, bambaşka bir insansınızdır ve tavırlarınız da bu yeni konumunuza göre olmalıdır. Sizin yirmidört saat evvel bulunduğunuz bir yer olabilir. Fakat, artık siz, o yerin gerektirdiği tavırlarla veya o yerdeki insanların hal ve davranışlarıyla hareket edemezsiniz. Müşirliğe getirildiğiniz andan itibaren konumunuzun hakkını vermeniz, o konuma göre bir duruş belirlemeniz lazımdır. Mümin için de durum böyledir. O, hayat nimetiyle serfiraz olmuş; ama cemadât mertebesinde, hayvaniyet basamağında veya sadece mücerret insan rütbesinde kalmamış. Onların ötesinde kendisine değişik mazhariyetler ihsan edilmiş. İşte, bu ihsan ve nimetlere şükretmenin yanında ona düşen, konumuna göre bir duruş belirlemek, bulunduğu yerin hakkını vermektir.
Kanaati acizânemce, bizim en büyük eksikliğimiz, test ediliyor gibi hassas hareket etmeyişimizdir. Mümin, kendini sürekli bir imtihanda bilmelidir. Hayatının hiç bir safhasında, ne muamelelerinde, ne konuşmalarında ve ne de nüktelerinde kat'iyen meseleleri sulandırmamalıdır. Allah'a inanmış bir insana yaraşır bir tarzda ciddi davranmalıdır.
Bu, hiç nükte yapmayacaksın demek değildir. Nükte tavzih için, meseleleri iyice açıklamak maksadına matuf olarak yapılır. Sadece, muhatapları güldürmek gayesiyle "Bakın, size bir nükte anlatayım.. bir tane daha.." demek gevezelik ve münasebetsizlik olur. Bazen, mesela, Nasrettin Hoca'dan bir nükte anlatırsınız. Ama o nükte, temel mantığınızda, fikrinizde ve konuşmanızdaki bir boşluğu doldurmak için olmalıdır.
Size daha önce bağışlayın bir arslan ile bir tilkinin hikayesini arz etmiştim. Tilki, aç bir arslanın kocaman bizonu parçaladığını görüyor ve onu taklit etmek istiyor. Yakındaki bir köye gidiyor; karşısına çıkan bir danayı parçalamaya kalkıyor. Fakat, daha ona yaklaşır yaklaşmaz bir tekme yiyor ve gözünden oluyor. İşte öyle bir münasebet geliyor ki, tam bu nükteyi söylemenin zamanı.. mesela, bazıları kalkıp Filistin meselesini çözeceklerini iddia ediyor ve kahramanlık gösterilerine soyunuyor. Siz de diyorsunuz ki, "Yahu siz Hz. Ömer'in işine, Salahaddin'in misyonuna talip oluyorsunuz. Kudüs'ün anahtarları bir devirde Hz. Ömer'e, Salahaddin'e teslim edilmiş; şehrin büyükleri anahtarları başkasına vermemiş, sahibine vermeyi beklemişler. Bir Ömer, bir Selahaddin değilseniz onların misyonuna nasıl talip olursunuz?" Bu sözü söylerken tam zamanı deyip arslantilki meselesini misal olarak anlatıyorsunuz. "Bu, tilkinin halledebileceği bir iş değil.." diyorsunuz. Muhatabınız ne dese beğenirsiniz, "Ben de size bir ayıtilki hikayesi anlatayım.." İşte böyle bir tavır münasebetsizliktir, işi sulandırmak demektir.
Evet, mümin tavrı çok önemlidir. Mümin, her tavrıyla yüksek ideallerin ve ulvî hakikatlerin temsilcisi olmalıdır.. olmalı ve o haliyle dine en uzak kimseleri bile kendisine hayran etmelidir. O nükte yapmaz, fıkra anlatmaz değildir. Ehlullah bile çoğu zaman değişik menkıbeler anlatmış, onlarla bir boşluk doldurmuş ve bir meseleyi tavzih etmiştir.
Evet, Müslümanlığın izzetine uygun bir görüntü sergilemek çok önemlidir. Başlangıçta insan biraz zorlanabilir; tekellüflere girebilir. Fakat unutmamak lazımdır ki; her mutâvaat tekellüfün bağrında yeşerir, gelişir, kök salar ve bir çınar haline gelir. Evet, insan tabiatının bir mesele karşısında boyun eğmesi ve onu kabullenmesi (mutavaat) biraz zorlanma ve az sun'iliklere girme (tekellüf) sonrasında mümkün olur.
Allah'ı ne kadar zikretmeliyiz ya da zikir ne ölçüde olursa yeterli denebilir?
Zikir; anmahatırlama, belli duaları belli bir sayı ve şekilde okuma, Allah'ı dil ve kalb ile yâdetme ve hayatı duyarak yaşayıp varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah'a ait bir mesaj alma demektir. Her ne kadar zikir dendiğinde, Esmâi Hüsnâ'dan bazılarını veya bir kısım duaları tekrar etme anlaşılıyorsa da asıl olan kalb ve latîfei Rabbâniye'nin bu hatırlama ve anmaya bağlanmasıdır.
Dille yapılan zikirde özellikle Cenâbı Hakk'ın isimleri tekrar edilmektedir. Bir mürşidin irşadı ve gözetiminde, o En Güzel İsimler'den bazıları belli bir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda Kitap ve Sünnet'te kat'î bir şey yoktur. Fakat selefi salihînden bazıları, o mübarek isimleri ebced hesabındaki karşılıklarına göre çekmişlerdir. Meselâ, Allah lafzı celâlinin ebced karşılığı 66'dır. Zikir sırasında bu lafzı celâl'i bazıları 66 kez, bazıları da 66'nın katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber, Esmâi İlâhî'den hangisinin sizin üzerinizde galip ve hakim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi tavsiye etmişlerdir. Meselâ "Latîf" ismine mazhar olabilirsiniz. O zaman her namazdan sonra onu 129 defa söylersiniz; çünkü bizim bildiğimiz iki ebced hesabından birine göre Latîf ismi 129'a denk düşmektedir.
Zikir adına bazıları "Lâ mevcûde illallah" bazıları "Lâ meşhûde illallah" ya da "Lâ ilâhe illallah" ve bazıları da "lâ" dan sonra bütün esmâi ilâhiyeyi birden mülâhaza ederek "illallah" demişler ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile "kelimei tevhîd"e devam etmişlerdir. Tekyelerde zikir dendiğinde çoğunlukla "Lâ ilâhe illallâh" çekme anlaşılmıştır. Bu zikir "O'ndan başka Ma'budu bi'lHak, Maksûdu bi'listihkak yok, sadece O var." mânâsını ifade etmesi açısından kamil bir zikirdir. Hemen hemen bütün değişik tasavvuf yolları veya tarikat versiyonları "Lâ ilahe illallah"ta birleşir, onu çeker, sonra da "Muhammedu'rRasûlullah"la zikri bağlarlar.
Aslında zikir daha şümullü düşünülmelidir; yani anma, unutan bir insanın hatırlaması olarak değil de hatırlamanın sürekli olması, her fırsatta O'nu bir kere daha yâdetme ve bunun insan tabiatının bir yanı haline gelmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Bu zaviyeden namaz, oruç, zekat, hac ve tefekkür de bir zikirdir.
Meselâ, namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur'anı Kerim, "ve ekımi'ssalâte lizikrî Beni hatırlamak için namaz kıl." (Tâhâ, 20/14) ayetiyle bu hakikati nazara verir. "Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah'ı) ananlar için bir hatırlatmadır." (Hûd, 11/114) ayeti de bu hususu ifade eder. Bu ayetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenât teşkil etmesi ve bu hasenâtın seyyiâtı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca, ayeti kerîmenin sonunda, "Zâlike zikrâ li'zzâkirîn İşte bu, Allah'ı ananlar için bir hatırlatmadır." (Hûd, 11/114) denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.
İşte zikri, Esmâi Hüsnâ'dan bazı isimleri çokça tekrarlama, O'nu anma; hatırlamayı namaz, oruç gibi ibadetlerimizle sürekli hale getirme ve bu yâdetmeyi tefekkürle iyice derinleştirerek bütün benliğimize mâl etme çerçevesinde anlamak lazımdır.
Zikirde zirve nokta başta "Latîfei Rabbâniye" olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah'ı yâdetmek, yâni varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlığı ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; her zaman bir nabız gibi atan varlığın O'na şahitlik edişine dair mülâhazalarla oturupkalkmak şeklindeki kalbî zikirdir.
Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Zikretme, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. "Onlar Allah'ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar." (Âli İmrân, 3/191) fehvâsınca ne zaman, ne de hâl itibârıyla zikrullah'a tahdid konmamıştır.
Ayrıca, Cenabı Hak Kur'anı Kerim'de "Yâ eyyuhe'llezîne âmenü'zkürullâhe zikran kesîrâ ve sebbihûhu bükraten ve asîlâ Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin, sık sık anın. O'nu sabah akşam takdis ve tenzih edin." (Ahzâb, 33/4142) buyurmaktadır. Bu, bize gösterilen bir hedef, yakalamamız gereken bir ufuktur. Cenâbı Hakk'ı bize bahşettiği nimetler ölçüsünde anmaya çalışmamız gerekir. Ne var ki, hiç bir zaman Rezzâkı Kerîm'in nimetlerine gereğince karşılık veremeyiz.. veremeyiz zira, her gün binlerce defa O'nu ansak, nimetlerine şükretsek de bu Cenâbı Allah'ın üzerimizdeki nimetlerine karşı çok az bir şükür sayılır. Çünkü "Ve in teuddû ni'metallahi lâ tuhsûhâ Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız." (İbrahîm, 14/34) fehvasınca O'nun sayılamayacak kadar çok nimeti vardır üzerimizde...