- Katılım
- 6 Nisan 2014
- Mesajlar
- 47
- Tepkime puanı
- 0
İnsan çoğu zaman duyduklarına, gördüklerine göre sorgular, karar verir, ikna olur ve hükmeder. Bu haliyle bildikleri; gördükleri, dokundukları ve işitebildikleri ile sınırlıdır. Fen ve tabiat olarak aklına yatan meselelerde tereddüte yer yoktur ve alışılagelmiş o şey gerçektir. Bu tespit gerçek sıfatıyla, insan hayatının birbiri üstüne konulan tuğlalarından birini teşkil eder. Hayat binaları bu tuğlalar üzerinde yükselir. Binanın sağlamlığı bu tuğlaların istikrarına, isabetine ve dizilişine bağlıdır.
Sadece duyu organları arasına hapis olunmuş hayatlarda bu bina maalesef sağlıklı değildir. Çünkü dokunulamayan, gözle görülemeyen, işitilemeyen şeyler de vardır ve bu şeyler maddi gerçeklerden çok daha gerçektir. İnanmak, sevmek, umut etmek, hatta öfkelenmek gibi. Hammaddesi manevi gerçekler olan bu tuğlalar olmadan hayat binası ayakta duramaz, yıkılır, en azından bir yerlerden soğuk alır, o yuva sıcaklığına hiçbir zaman kavuşamaz. Binayı tamir etmek ise, yeniden yapmaktan daha zor ve maliyetlidir.
Görebildiklerimizle hükmettiğimiz sürece göremediklerimizi yok veya önemsiz kabul ediyoruz demektir. Ruhsuz, mantıksız, maddiyatçı ve dünya hayatına endeksli bir yaşama yelken açarken asıl tadılacak güzellikleri göz ardı ederiz böylece. Bu beğendiğimiz bir şapkaya para verip almak gibidir. Verdiğimiz para kumaş parası değildir, o şapkayı kullanırken alacağımız zevk ve hazzın bedelidir. Bu hazzı gözle göremeyiz ama bilir, umar, bedelini öder ve yaşarız. Bu haz manevi tuğlalara basit bir örnektir. Tıpkı; saygı duymak, merhamet etmek, beklemek, kanı kaynamak veya nefret etmek gibi.
Bilebildiklerimiz, görebildiklerimiz koskoca evrendeki veya minicik zerrelerdeki muazzam dengeyi tarif, kusursuz ahengi tasvirden uzaktır. Çünkü bu muhteşem senaryoda oyuncular sadece sahne önündekiler değildir. Belki de asıl kahramanlar dekorların arkasındaki; yazarlar, ışıkçılar, sesçiler, makyajcılar, kostümcülerdir. Biz seyirciler onları hiç göremeyiz. Onlar gizli kahramanlardır. Alkışladıklarımız sadece sanatçılardır. Oysa eser; biletçisinden, yer göstericisine, ışıkçısından, makyajcısına kadar tümüne aittir. Eserin yazarını görmeyiz. Hâlbuki oyuna o ruhu asıl veren yazardır. Tiyatro güzeldi veya değildi hükmünü verirken sadece sahnelenişine göre karar verirsek hata ederiz. Başka bir deyişle oyunda hoşlandığımız veya beğenmediğimiz ne varsa sadece sahnedekilerin sayesinde değildir.
Bu gerçek hayatta da böyledir. Tabiat, insan yapımı çirkin binalar, toz, kalabalık, kargaşa, trafik, toplantı yemekleri, telaş arasında verdiğimiz hükümler hep gördüklerimizle, bize söylenenle alakalıdır. Başımız hep yerde veya kıyafetimizde, kulağımız telefonda, aklımız birkaç saat sonrasındadır hep. Kaldırımlarda yürüyenlere, televizyonda izlediklerimize, toplantıya katılanlara göre her gün yüzlerce hüküm veririz. Gördüklerimize, işittiklerimize, bize söylenenlere göre. Geri plandakileri yok sayarak. Bize bu sahneyi hazırlayanları, bu oyunu yazanları unutarak! Hatta rüzgarı, ağaçları, çiçekleri, kedileri, güneşi, yağmur tanesini, toprak kokusunu yani tüm dekorları yok sayarak.
Hayat en güzel biçimde yazılmış, keyifli, adil, hür iradeye dayalı, sonu acı veya mutlu bize bağlı olan bir oyundur. Öylesine muhteşem bir eserdir ki bu oyun geri planda muazzam bir yazar, harika ışıkçılar, işini bilen ses düzenleyiciler, titiz temizlikçiler, ütücüler, makyajcılar, profesyonel kostümcüler, harika yardımcı ve yol göstericiler vardır. Hayata puan, meselelere hüküm verirken işte bu geri plandakileri hesaba katmayız çoğu zaman. Basit düşünür, basit şeylerle uğraşır, çabuk ve kolay hükmeder, basitleşiriz. İnsan olmanın hediyelerini aklı, ruhu ve şuuru kullanmadan, kalbimize danışmadan, hissetmeden. Hata da işte tam burada başlar ve biter.
Engin insan ise detayı görebilen, derine inebilen, sezebilen, haz alabilen, derinleştikçe muazzam eserin perde arkasında cereyan edenleri hissedebilendir. Bu insan geçirdiği hoş dakika veya saatleri, hatta döktüğü gözyaşlarını sahnedekiler kadar geri plandakilere de borçlu olduğunu bilir. Sevgisi, teşekkürü, sabrı hepsine birdendir. Engin insanın bu ön görüsü ve derinlere dalışı göremediği ama tahayyül ettiği his ve sezişiyle alakalıdır. O, sadece duyu organlarına mahkûm olmayan, aklını ve kalbini misliyle kullanabilendir.
Hayat engin insana hep güler çünkü binaları sağlamdır. Binası fırtınalardan zarar görmez ise sevinir, güveni artar, teşekkür eder, zarar görürse kabullenir, razı olur ve sabreder, tamire azim ve kararlılıkla gayret eder. Yıkılan duvarını her seferinde daha sağlam olarak yeniden inşa edecek enerjiye ve ümide sahiptir. Bu dünyada da yaşamın sonunda da başarılı ve mutlu olacaklar engin insanlardır.
Yüzeysel insanın binası ise ilk fırtınada yıkılır, yeise kapılır ve tamiri de ilki gibi yine derme çatma olur.
Aralarındaki fark inanışta ve seziştedir. Azim ve heves, bilgi ve cehalet, metanet ve başarı, sabır ve umut farkların temel taşlarıdır. Gerçek hayatta insanlar arasındaki farklar işte bu manevi varlar veya yoklardır.
İnsan bir şeylere inanmak, sığınmak ve bir güce yaslanmak ister. Bu güç; dengeyi, huzuru, nimeti, mutluluğu, başarı ve enerjiyi getirecek kadar heybetli, incitmeyecek kadar hassas, yakmayacak kadar uzak, unutmayacak kadar yakın, her şeye yetecek kadar muktedir, hak yemeyecek kadar adil ve merhamet edecek kadar sadık ve şefkatli olmalıdır. Bu güç bilmeli, hissetmeli her şeyi görmeli, ihtiyaç duyulanları az yada çok vermeli, korumalı, sevmeli, kızsa da affetmeli, teşekkür beklemeli, istekleri duyabilmelidir.
Kimileri bu gücü layıkıyla bulur, kimileri bulduğunu sanır.
Bazısı güç niyetine bir insana demir atar, şöhret, şehvet, para veya makama hapseder kendisini. Yönettiğini sanırken yönetilen olur farkına varmadan. Beklentileri bir zamana kadar karşılansa da bir süre sonra hayatı kâbusa döner, hayal kırıklığına uğrar ve çıkmazlarda kaybolur. Nefes alıp vermeye devam eder ama manevi haz olmadan, hissetmeden, kalbinin sesini duyamadan. Tükenmeye teslim olur, meçhule yuvarlanır.
Bazısı en yüce güçlerin simsarlığın soyunur. Ortak, yardımcı, şefaatçi diye sahtekarca takdim eder kendisini ve insanları koyu karanlıklardaki tozlu örümcek ağlarına çeker, hapseder. Kanlarını, canlarını yavaş yavaş emerek ölüme götürür. Ağdaki kurbanlar ise ölüme razı, beklentiden uzak, birilerini veya bir şeyleri suçlayarak veda eder hayata.
Bazısı tabiata yaslanır. Nasibini alamadığı aklı ve bilinciyle sebep sonuçlara sığınır. Tabiat kaynaklı olsaydı tekdüze sonuçlanması gereken hayat bu denli karmaşık bir o kadar da ahenkli iken isteyerek kandırır kendisini. Bir çekirdeğin çatlamasının hikmetini, arının kanat çırpışlarındaki ilmi, ufacık bir tohumda saklı kainat sırrını göremez.
Bazısı da Allaha sığınır, yönelir, gönül kapıları sonuna kadar açık bir şekilde teslim olur. Hayatı, ölümü, insanı ve tüm mahlukatı, dünü yarını, yeşili siyahı, ışığı karanlığı, yaratan, herşeyi duyan ve bilen ulu güce! İyi veya kötü Ondan gelene razı olur, sebat eder, acizliğini bilir, sabreder, şükreder, tahammül eder, umut eder, dua eder, tövbe eder. Her dakikasında başarı vaadi onunladır. Kötülükte sabrederek, iyilikte şükrederek, fakirlikte sebat ederek, zenginlikte paylaşarak hep ama hep kazanır! İmanın yerleştiği bu bedenler hayatın anlamını sezebilen, varoluşun hikmetini anlayabilen, sahne arkasını görebilenlerdir.
Bu insanlarda imanın iki yüzü vardır. Teki o muazzam güce, diğeri insan ve mahlûkata yöneliktir.
Muazzam güce yani Allaha yönelik imanın nelere ve nasıl olacağı bellidir. Kendisine yazılı olarak verilmiş, sünnetlerle ve yaşanan örneklerle on dört asırdır çerçevesi çizilmiştir. Okumuş, anlamış, itimat etmiştir. Bu iman; tamdır, içtendir, kesintisizdir, mutlaktır, tek parçadır. Şükürle, istiğfarla, dua ile bezenmiştir. Bu iman; yaratanı tanımayı, bilmeyi, anlamayı, kabullenmeyi, inanmayı, şükretmeyi, razı olmayı, hürmet etmeyi, dua ile istemeyi, yalvarmayı, ibadet etmeyi, yarını düşünmeyi, yarından sonrasını tahayyül edebilmeyi, bu dünyanın hasatının öbür dünyada alınacağını bilmeyi ve tam teslimiyet hissiyle kulluk bilincine sahip olmayı gerektirir.
Diğer yüz insanlara ve hayata bakan yüzdür. Çalışmayı, şefkat ve merhameti, yardımlaşma ve adaleti, paylaşmayı, sahip olduğu meziyetleri insanlara, mahlûkata ve hayata yaymayı ve iyilik yapmayı emreder. Bir gül yaprağını incitmeyecek kadar narin ama yeri geldi mi zulmeden kâfirlere karşı kılıçtan keskin olmayı gerektirir. Bu yüzde fıtrattan kendisine bahşedilen ne varsa hepsi yani mütevazilik, muhabbet, empati, merhamet, samimiyet, metanet ön plandadır. İmanın çevresine bu dış yansıması Allaha bakan iç yüzdeki ışığın sönmemesi içindir. İç cevher körüklendikçe yüzler daha çok ışık saçar etrafına. Dışarıya ışık saçtıkça iç cevher daha çok alevlenir.
Allaha yönelik yüzde kendisinden beklenen, kalbine yuva kurmuş Allah sevgisi ve korkusuyla karışık sadakat nedeniyle inanıp ibadet etmek, insanlara bakan yüzde beklenen Allah rızasını kazanabilmek adına güzel ahlaklı olmasıdır. İman, ibadet ve ahlak ayaklı bu saadet zinciri insanın varoluş sebebi ve hayatın yaşam pınarıdır.
Bu tasvirin detayı akılda ve gönülde şekillenir, derinleşir. Allaha yakınlaşmak hem Allaha hem hayata yakınlaşmaktır. İnanmanın sağlam ve kalıcı olabilmesi ibadetledir. İbadet edip mütevazilik şurubundan içildikçe de insanlara ve mahlukata bakışlar yumuşayacak, ahlak fidanı boy atıp filizlenecektir.
Bir süre sonra bu hayata ve Allaha yönelik yüzler birleşecek, kalp ve akıl aynı noktaya bakar olacaktır. Gözler tefekkürle perde arkasını görecek, kulaklar tevekkül ile sahne arkasını daha net duyacaktır. Daha sonradır ki kalp gözleri açılacak ve sonraki oyunlar, gelecek hayatlar anlaşılır olacaktır. Bir süre sonra da bu fani hayat anlamını tamamıyla yitirecek ve asıl yaşamın sonraki hayat olduğu bilinir hale gelecektir. Bu sayede uykuda olan insan ölünce uyanacaktır misali tüm gayretler diğer yaşama ve Allah rızasına kayacaktır.
Bu mertebede yeniden yaşama dönülüp daha çok çalışmak, her saniye zararda olunduğunu bilerek daha fazla ibadet ve iyilik yapmak gereği anlaşılır olacaktır. Böylece engin insan modeli şekillenecek başı sonu birleşecek, aşağısı ve yukarısıyla, sahne ve arkasıyla oyun bütünlenecektir.
İman denizinin dalgaları kabaracak, engin insan uzaklara, lütuflara, derinlere ve yükseklere nail olacaktır. Bu rahmete mazhar olabilmek için inşallah samimi, içten kulluk etmek, ibadet ve itaat etmek, iman etmek, dürüst ve ahlaklı yaşamak, her şeye rağmen istiğfar etmek yeterli olacak, imanın iki yüzü aynı seviyede içten olduğu sürece atılacak adımlar o denli büyük, bunun sonucu alınacak ödülde o kadar yaşanmaya değer olacaktır.
Son nefes verildiğinde hayata bakan yüz geride hayırlı işler ve insanların Allah rahmet eylesin nidalarını bırakacak, Allaha bakan yüz, görmeyip inandığı ahiret hayatının nurlarıyla parlayacaktır.
Süslü dünyada heves ve hırslarına yenik düşmüş basit insan ise bunlardan mahrum olacaktır. Bu süslü dünya hayatının faniliğini unutup heva ve isteklerin peşinde rezil olan hayatlar yerine, imanlı gönüllerin kavuştuğu bu muazzam hediyelere sahip olabilmekten daha güzel ne olabilir? Şeytanın ve nefsin vesveseleri ile boşa harcanmış hayatların, şehvet ve hırs uğruna yorulmuş gönüllerin, sabahsız gecelerin hüsranla bitecek sonu yerine, cennetlerde sonsuz yaşama mirasçı edilmiş kulların mükâfatı ne kadar yücedir!
İşte Allah bu kadar kudretli, sevgi ve ilim dolu, bu kadar eli açık ve yakındır. İnsanı sever, anlar, acır, yol gösterir, taşıyamayacağı yük yüklemez. İster ki herkes kendisini anlasın, herkes ödüle sahip olsun, herkes sahne arkasını görebilsin. Diler ki en kötüler, en çaresizler bile kendisinden ümidi kesmesin ve şefaat istesin. Onun rahmeti, merhameti sınırsızdır. En kötüleri bile affeder, kötülüklerini örter. Kendisine doğru adım atıldıkça kulun elinden tutar destek olur, kalbine daha fazla iman verir. İbadete yöneldiğinde sağlık ve azim verir, bereket ve rahmet verir. Ahlaka yöneldikçe kalbini güzelliklerle ve huzurla doldurur.
Tek razı olmadığı şey kendisine ortak koşulması, eserine saygı gösterilmesi, oyun hakkında ileri geri bilmeden konuşulmasınadır.
Yazıp, yönettiği, sermayesini koyduğu, reklam ettiği, planladığı, sahnelediği, her şeyini üstlendiği oyunu hak etmeyen başkalarıyla paylaşmak istemez. İnsan en ufak bir haksızlığa veya malına ortak çıkılmasına rıza göstermiyorken Yüce Allahta eserine ortak çıkılmasını istemez.
Bu muazzam kâinatta hatasız yaratılan tüm mahlûkatın en değerlisi olan insanın Yüce Rabbin hak ettiği bu sevgi ve saygıyı göstermesinden daha doğal bir şey olamaz. Bu bizlere muhteşem hediyeleri sunan Allaha bir borçtur. Bizim iyilik, iman, sadakat, ibadet, ahlak adına yaptığımız ne varsa bu borcu geri ödemektir. Ödeyip ahirete borçsuz gidebilmek ilahi huzur ve mükâfatın anahtarıdır.
Bu dünyadan borçlu ayrılmak durumundaysa şefaate, merhamete, affedilmeye muhtacız demektir. Şefaat şerbetinden nasibimizi alamadığımız sürece bizi acı bir elem bekliyor demektir. Şefaat şemsiyesine son anda girebilsek te o ana kadar çektiğimiz endişe ve acı bir ömre bedeldir.
Allahın rahmeti sonsuzdur ama olması gereken bu şefkate ihtiyaç kalmadan son nefesimizden önce borcumuzu tastamam ödemek, Yüce Allahın huzuruna sözünü tutmuş olarak çıkmaktır. Bu durumda Yüce Allah yine de şefaat ederse bu takdirde inşallah cennetteki daha üst mevkilere hak kazanmış oluruz.
Bu edebi dünya sahnesinden ebedi yaşam sahnesine geçiş bu kadar basit ve kolaydır. Caydırıcılara kanmadan, şeytana ve nefse teslim olmadan inanmak, ibadet edip ahlaklı yaşamak kainatın değerlisi olan biz insanlardan beklenendir.
Allah ilmiyle geçmişi de geleceği de, görüneni de görünmeyeni de, her şeyin yanlışını da doğrusunu da bilir. Kudret ve mülk Onundur. Tüm hamdler Ona, tüm güzel isimler Onadır. O kendisine meyledenlere azap yüzünü göstermez.
Yüzünü Ona dönene, imanının iki yüzünü de tertemiz muhafaza edebilene ne mutlu!
Sadece duyu organları arasına hapis olunmuş hayatlarda bu bina maalesef sağlıklı değildir. Çünkü dokunulamayan, gözle görülemeyen, işitilemeyen şeyler de vardır ve bu şeyler maddi gerçeklerden çok daha gerçektir. İnanmak, sevmek, umut etmek, hatta öfkelenmek gibi. Hammaddesi manevi gerçekler olan bu tuğlalar olmadan hayat binası ayakta duramaz, yıkılır, en azından bir yerlerden soğuk alır, o yuva sıcaklığına hiçbir zaman kavuşamaz. Binayı tamir etmek ise, yeniden yapmaktan daha zor ve maliyetlidir.
Görebildiklerimizle hükmettiğimiz sürece göremediklerimizi yok veya önemsiz kabul ediyoruz demektir. Ruhsuz, mantıksız, maddiyatçı ve dünya hayatına endeksli bir yaşama yelken açarken asıl tadılacak güzellikleri göz ardı ederiz böylece. Bu beğendiğimiz bir şapkaya para verip almak gibidir. Verdiğimiz para kumaş parası değildir, o şapkayı kullanırken alacağımız zevk ve hazzın bedelidir. Bu hazzı gözle göremeyiz ama bilir, umar, bedelini öder ve yaşarız. Bu haz manevi tuğlalara basit bir örnektir. Tıpkı; saygı duymak, merhamet etmek, beklemek, kanı kaynamak veya nefret etmek gibi.
Bilebildiklerimiz, görebildiklerimiz koskoca evrendeki veya minicik zerrelerdeki muazzam dengeyi tarif, kusursuz ahengi tasvirden uzaktır. Çünkü bu muhteşem senaryoda oyuncular sadece sahne önündekiler değildir. Belki de asıl kahramanlar dekorların arkasındaki; yazarlar, ışıkçılar, sesçiler, makyajcılar, kostümcülerdir. Biz seyirciler onları hiç göremeyiz. Onlar gizli kahramanlardır. Alkışladıklarımız sadece sanatçılardır. Oysa eser; biletçisinden, yer göstericisine, ışıkçısından, makyajcısına kadar tümüne aittir. Eserin yazarını görmeyiz. Hâlbuki oyuna o ruhu asıl veren yazardır. Tiyatro güzeldi veya değildi hükmünü verirken sadece sahnelenişine göre karar verirsek hata ederiz. Başka bir deyişle oyunda hoşlandığımız veya beğenmediğimiz ne varsa sadece sahnedekilerin sayesinde değildir.
Bu gerçek hayatta da böyledir. Tabiat, insan yapımı çirkin binalar, toz, kalabalık, kargaşa, trafik, toplantı yemekleri, telaş arasında verdiğimiz hükümler hep gördüklerimizle, bize söylenenle alakalıdır. Başımız hep yerde veya kıyafetimizde, kulağımız telefonda, aklımız birkaç saat sonrasındadır hep. Kaldırımlarda yürüyenlere, televizyonda izlediklerimize, toplantıya katılanlara göre her gün yüzlerce hüküm veririz. Gördüklerimize, işittiklerimize, bize söylenenlere göre. Geri plandakileri yok sayarak. Bize bu sahneyi hazırlayanları, bu oyunu yazanları unutarak! Hatta rüzgarı, ağaçları, çiçekleri, kedileri, güneşi, yağmur tanesini, toprak kokusunu yani tüm dekorları yok sayarak.
Hayat en güzel biçimde yazılmış, keyifli, adil, hür iradeye dayalı, sonu acı veya mutlu bize bağlı olan bir oyundur. Öylesine muhteşem bir eserdir ki bu oyun geri planda muazzam bir yazar, harika ışıkçılar, işini bilen ses düzenleyiciler, titiz temizlikçiler, ütücüler, makyajcılar, profesyonel kostümcüler, harika yardımcı ve yol göstericiler vardır. Hayata puan, meselelere hüküm verirken işte bu geri plandakileri hesaba katmayız çoğu zaman. Basit düşünür, basit şeylerle uğraşır, çabuk ve kolay hükmeder, basitleşiriz. İnsan olmanın hediyelerini aklı, ruhu ve şuuru kullanmadan, kalbimize danışmadan, hissetmeden. Hata da işte tam burada başlar ve biter.
Engin insan ise detayı görebilen, derine inebilen, sezebilen, haz alabilen, derinleştikçe muazzam eserin perde arkasında cereyan edenleri hissedebilendir. Bu insan geçirdiği hoş dakika veya saatleri, hatta döktüğü gözyaşlarını sahnedekiler kadar geri plandakilere de borçlu olduğunu bilir. Sevgisi, teşekkürü, sabrı hepsine birdendir. Engin insanın bu ön görüsü ve derinlere dalışı göremediği ama tahayyül ettiği his ve sezişiyle alakalıdır. O, sadece duyu organlarına mahkûm olmayan, aklını ve kalbini misliyle kullanabilendir.
Hayat engin insana hep güler çünkü binaları sağlamdır. Binası fırtınalardan zarar görmez ise sevinir, güveni artar, teşekkür eder, zarar görürse kabullenir, razı olur ve sabreder, tamire azim ve kararlılıkla gayret eder. Yıkılan duvarını her seferinde daha sağlam olarak yeniden inşa edecek enerjiye ve ümide sahiptir. Bu dünyada da yaşamın sonunda da başarılı ve mutlu olacaklar engin insanlardır.
Yüzeysel insanın binası ise ilk fırtınada yıkılır, yeise kapılır ve tamiri de ilki gibi yine derme çatma olur.
Aralarındaki fark inanışta ve seziştedir. Azim ve heves, bilgi ve cehalet, metanet ve başarı, sabır ve umut farkların temel taşlarıdır. Gerçek hayatta insanlar arasındaki farklar işte bu manevi varlar veya yoklardır.
İnsan bir şeylere inanmak, sığınmak ve bir güce yaslanmak ister. Bu güç; dengeyi, huzuru, nimeti, mutluluğu, başarı ve enerjiyi getirecek kadar heybetli, incitmeyecek kadar hassas, yakmayacak kadar uzak, unutmayacak kadar yakın, her şeye yetecek kadar muktedir, hak yemeyecek kadar adil ve merhamet edecek kadar sadık ve şefkatli olmalıdır. Bu güç bilmeli, hissetmeli her şeyi görmeli, ihtiyaç duyulanları az yada çok vermeli, korumalı, sevmeli, kızsa da affetmeli, teşekkür beklemeli, istekleri duyabilmelidir.
Kimileri bu gücü layıkıyla bulur, kimileri bulduğunu sanır.
Bazısı güç niyetine bir insana demir atar, şöhret, şehvet, para veya makama hapseder kendisini. Yönettiğini sanırken yönetilen olur farkına varmadan. Beklentileri bir zamana kadar karşılansa da bir süre sonra hayatı kâbusa döner, hayal kırıklığına uğrar ve çıkmazlarda kaybolur. Nefes alıp vermeye devam eder ama manevi haz olmadan, hissetmeden, kalbinin sesini duyamadan. Tükenmeye teslim olur, meçhule yuvarlanır.
Bazısı en yüce güçlerin simsarlığın soyunur. Ortak, yardımcı, şefaatçi diye sahtekarca takdim eder kendisini ve insanları koyu karanlıklardaki tozlu örümcek ağlarına çeker, hapseder. Kanlarını, canlarını yavaş yavaş emerek ölüme götürür. Ağdaki kurbanlar ise ölüme razı, beklentiden uzak, birilerini veya bir şeyleri suçlayarak veda eder hayata.
Bazısı tabiata yaslanır. Nasibini alamadığı aklı ve bilinciyle sebep sonuçlara sığınır. Tabiat kaynaklı olsaydı tekdüze sonuçlanması gereken hayat bu denli karmaşık bir o kadar da ahenkli iken isteyerek kandırır kendisini. Bir çekirdeğin çatlamasının hikmetini, arının kanat çırpışlarındaki ilmi, ufacık bir tohumda saklı kainat sırrını göremez.
Bazısı da Allaha sığınır, yönelir, gönül kapıları sonuna kadar açık bir şekilde teslim olur. Hayatı, ölümü, insanı ve tüm mahlukatı, dünü yarını, yeşili siyahı, ışığı karanlığı, yaratan, herşeyi duyan ve bilen ulu güce! İyi veya kötü Ondan gelene razı olur, sebat eder, acizliğini bilir, sabreder, şükreder, tahammül eder, umut eder, dua eder, tövbe eder. Her dakikasında başarı vaadi onunladır. Kötülükte sabrederek, iyilikte şükrederek, fakirlikte sebat ederek, zenginlikte paylaşarak hep ama hep kazanır! İmanın yerleştiği bu bedenler hayatın anlamını sezebilen, varoluşun hikmetini anlayabilen, sahne arkasını görebilenlerdir.
Bu insanlarda imanın iki yüzü vardır. Teki o muazzam güce, diğeri insan ve mahlûkata yöneliktir.
Muazzam güce yani Allaha yönelik imanın nelere ve nasıl olacağı bellidir. Kendisine yazılı olarak verilmiş, sünnetlerle ve yaşanan örneklerle on dört asırdır çerçevesi çizilmiştir. Okumuş, anlamış, itimat etmiştir. Bu iman; tamdır, içtendir, kesintisizdir, mutlaktır, tek parçadır. Şükürle, istiğfarla, dua ile bezenmiştir. Bu iman; yaratanı tanımayı, bilmeyi, anlamayı, kabullenmeyi, inanmayı, şükretmeyi, razı olmayı, hürmet etmeyi, dua ile istemeyi, yalvarmayı, ibadet etmeyi, yarını düşünmeyi, yarından sonrasını tahayyül edebilmeyi, bu dünyanın hasatının öbür dünyada alınacağını bilmeyi ve tam teslimiyet hissiyle kulluk bilincine sahip olmayı gerektirir.
Diğer yüz insanlara ve hayata bakan yüzdür. Çalışmayı, şefkat ve merhameti, yardımlaşma ve adaleti, paylaşmayı, sahip olduğu meziyetleri insanlara, mahlûkata ve hayata yaymayı ve iyilik yapmayı emreder. Bir gül yaprağını incitmeyecek kadar narin ama yeri geldi mi zulmeden kâfirlere karşı kılıçtan keskin olmayı gerektirir. Bu yüzde fıtrattan kendisine bahşedilen ne varsa hepsi yani mütevazilik, muhabbet, empati, merhamet, samimiyet, metanet ön plandadır. İmanın çevresine bu dış yansıması Allaha bakan iç yüzdeki ışığın sönmemesi içindir. İç cevher körüklendikçe yüzler daha çok ışık saçar etrafına. Dışarıya ışık saçtıkça iç cevher daha çok alevlenir.
Allaha yönelik yüzde kendisinden beklenen, kalbine yuva kurmuş Allah sevgisi ve korkusuyla karışık sadakat nedeniyle inanıp ibadet etmek, insanlara bakan yüzde beklenen Allah rızasını kazanabilmek adına güzel ahlaklı olmasıdır. İman, ibadet ve ahlak ayaklı bu saadet zinciri insanın varoluş sebebi ve hayatın yaşam pınarıdır.
Bu tasvirin detayı akılda ve gönülde şekillenir, derinleşir. Allaha yakınlaşmak hem Allaha hem hayata yakınlaşmaktır. İnanmanın sağlam ve kalıcı olabilmesi ibadetledir. İbadet edip mütevazilik şurubundan içildikçe de insanlara ve mahlukata bakışlar yumuşayacak, ahlak fidanı boy atıp filizlenecektir.
Bir süre sonra bu hayata ve Allaha yönelik yüzler birleşecek, kalp ve akıl aynı noktaya bakar olacaktır. Gözler tefekkürle perde arkasını görecek, kulaklar tevekkül ile sahne arkasını daha net duyacaktır. Daha sonradır ki kalp gözleri açılacak ve sonraki oyunlar, gelecek hayatlar anlaşılır olacaktır. Bir süre sonra da bu fani hayat anlamını tamamıyla yitirecek ve asıl yaşamın sonraki hayat olduğu bilinir hale gelecektir. Bu sayede uykuda olan insan ölünce uyanacaktır misali tüm gayretler diğer yaşama ve Allah rızasına kayacaktır.
Bu mertebede yeniden yaşama dönülüp daha çok çalışmak, her saniye zararda olunduğunu bilerek daha fazla ibadet ve iyilik yapmak gereği anlaşılır olacaktır. Böylece engin insan modeli şekillenecek başı sonu birleşecek, aşağısı ve yukarısıyla, sahne ve arkasıyla oyun bütünlenecektir.
İman denizinin dalgaları kabaracak, engin insan uzaklara, lütuflara, derinlere ve yükseklere nail olacaktır. Bu rahmete mazhar olabilmek için inşallah samimi, içten kulluk etmek, ibadet ve itaat etmek, iman etmek, dürüst ve ahlaklı yaşamak, her şeye rağmen istiğfar etmek yeterli olacak, imanın iki yüzü aynı seviyede içten olduğu sürece atılacak adımlar o denli büyük, bunun sonucu alınacak ödülde o kadar yaşanmaya değer olacaktır.
Son nefes verildiğinde hayata bakan yüz geride hayırlı işler ve insanların Allah rahmet eylesin nidalarını bırakacak, Allaha bakan yüz, görmeyip inandığı ahiret hayatının nurlarıyla parlayacaktır.
Süslü dünyada heves ve hırslarına yenik düşmüş basit insan ise bunlardan mahrum olacaktır. Bu süslü dünya hayatının faniliğini unutup heva ve isteklerin peşinde rezil olan hayatlar yerine, imanlı gönüllerin kavuştuğu bu muazzam hediyelere sahip olabilmekten daha güzel ne olabilir? Şeytanın ve nefsin vesveseleri ile boşa harcanmış hayatların, şehvet ve hırs uğruna yorulmuş gönüllerin, sabahsız gecelerin hüsranla bitecek sonu yerine, cennetlerde sonsuz yaşama mirasçı edilmiş kulların mükâfatı ne kadar yücedir!
İşte Allah bu kadar kudretli, sevgi ve ilim dolu, bu kadar eli açık ve yakındır. İnsanı sever, anlar, acır, yol gösterir, taşıyamayacağı yük yüklemez. İster ki herkes kendisini anlasın, herkes ödüle sahip olsun, herkes sahne arkasını görebilsin. Diler ki en kötüler, en çaresizler bile kendisinden ümidi kesmesin ve şefaat istesin. Onun rahmeti, merhameti sınırsızdır. En kötüleri bile affeder, kötülüklerini örter. Kendisine doğru adım atıldıkça kulun elinden tutar destek olur, kalbine daha fazla iman verir. İbadete yöneldiğinde sağlık ve azim verir, bereket ve rahmet verir. Ahlaka yöneldikçe kalbini güzelliklerle ve huzurla doldurur.
Tek razı olmadığı şey kendisine ortak koşulması, eserine saygı gösterilmesi, oyun hakkında ileri geri bilmeden konuşulmasınadır.
Yazıp, yönettiği, sermayesini koyduğu, reklam ettiği, planladığı, sahnelediği, her şeyini üstlendiği oyunu hak etmeyen başkalarıyla paylaşmak istemez. İnsan en ufak bir haksızlığa veya malına ortak çıkılmasına rıza göstermiyorken Yüce Allahta eserine ortak çıkılmasını istemez.
Bu muazzam kâinatta hatasız yaratılan tüm mahlûkatın en değerlisi olan insanın Yüce Rabbin hak ettiği bu sevgi ve saygıyı göstermesinden daha doğal bir şey olamaz. Bu bizlere muhteşem hediyeleri sunan Allaha bir borçtur. Bizim iyilik, iman, sadakat, ibadet, ahlak adına yaptığımız ne varsa bu borcu geri ödemektir. Ödeyip ahirete borçsuz gidebilmek ilahi huzur ve mükâfatın anahtarıdır.
Bu dünyadan borçlu ayrılmak durumundaysa şefaate, merhamete, affedilmeye muhtacız demektir. Şefaat şerbetinden nasibimizi alamadığımız sürece bizi acı bir elem bekliyor demektir. Şefaat şemsiyesine son anda girebilsek te o ana kadar çektiğimiz endişe ve acı bir ömre bedeldir.
Allahın rahmeti sonsuzdur ama olması gereken bu şefkate ihtiyaç kalmadan son nefesimizden önce borcumuzu tastamam ödemek, Yüce Allahın huzuruna sözünü tutmuş olarak çıkmaktır. Bu durumda Yüce Allah yine de şefaat ederse bu takdirde inşallah cennetteki daha üst mevkilere hak kazanmış oluruz.
Bu edebi dünya sahnesinden ebedi yaşam sahnesine geçiş bu kadar basit ve kolaydır. Caydırıcılara kanmadan, şeytana ve nefse teslim olmadan inanmak, ibadet edip ahlaklı yaşamak kainatın değerlisi olan biz insanlardan beklenendir.
Allah ilmiyle geçmişi de geleceği de, görüneni de görünmeyeni de, her şeyin yanlışını da doğrusunu da bilir. Kudret ve mülk Onundur. Tüm hamdler Ona, tüm güzel isimler Onadır. O kendisine meyledenlere azap yüzünü göstermez.
Yüzünü Ona dönene, imanının iki yüzünü de tertemiz muhafaza edebilene ne mutlu!