işaretül icaz bölümleri - Tevhidin Isbati

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Tevhidin Isbati​


Mukaddeme

Ateşin dumana olan delâleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle "bürhan-ı limmî" denildiği gibi; dumanın ateşe olan delâleti gibi, eserden müessire olan istidlale de "bürhan-ı innî" denir. Bürhan-ı innî, şüphelerden daha salimdir.

Bu âyetin, Sâni'in vücud ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, "İnayet Delili"dir. Bu delil; kâinatı ve kâinatın eczasını ve enva'ını ihtilâlden, ihtilaftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün âyât-ı Kur'aniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır. Binaenaleyh bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam; elbette ve elbette bir nâzımın vücuduna delalet ettiği gibi, o nâzımın kasd ve hikmetine delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.

Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikra-i tâm ile, yani umumî bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kadir değilsen, insanların telahuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.

Evet kâinatın herbir nev'ine dair bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delâlet eder. Zira nizamı olmayanın külliyeti olamaz. Meselâ: ''Her âlimin başında beyaz bir îmâme var''. Külliyetle söylenilen şu hüküm, ülema nev'inde intizamın bulunmasına bakar. Öyle ise, umumî bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sâni'in kasd ve hikmetini ilân ediyorlar. Âdeta vehim şeytanlarını tardetmek için herbir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.

Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kâinatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun hasıl olur: Göz ile görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlahiyeyi hâvidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücud ve ademi mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zarurîdir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünkü o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise ilimsiz, şuursuz, câmid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş'et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatun'un şuurunu, Calinos'un hikmetini i'ta etmekle beraber; o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcud olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaîyi bile utandırıyor. Maahaza esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i câzibe ile kuvvet-i dâfianın inkısama kabiliyeti olmayan bir cüz'de birlikte içtimaları iltizam edilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerine zıd olduklarından, içtimaları caiz değildir. Fakat câzibe ve dafia kanunlarından maksad, "Âdâtullah" ile tabir edilen kavanin-i İlahiyye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriye ise, câizdir. Lâkin kanunluktan tabiata, vücud-u zihnîden vücud-u haricîye, umûr-u itibariyyeden umûr-u hakikiyyeye, âlet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartıyla makbuldür. Aksi takdirde câiz değildir.

Ey arkadaş! Misal olarak gösterdiğim o küçük hurdebinî hayvancığın yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklın ile gördüğün takdirde başını kaldır, kâinata bak! Emin ol ki, kâinatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde o yüksek nizamı, kâinatın sahifelerinde pek zâhir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.

Ey arkadaş! Kâinatın sahifelerinde "Delil-ül Înâye" ile anılan nizama ait âyetleri okuyamadı isen, sıfat-ı kelâmdan gelen Kur'an-ı Azîmüşşan'ın âyetlerine bak ki; insanları tefekküre davet eden bütün âyetleri şu delil-ül inayeyi tavsiye ediyorlar. Ve nimetleri ve faideleri sayan âyetler dahi, delil-ül inaye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar. Ezcümle: Bahsinde bulunduğumuz şu âyet اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ cümleleriyle, o nizamın faidelerini ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar.

Delil-i İhtiraî: Mezkûr âyetin Sâni'in vücud ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, اَلَّذِى خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ cümlesiyle işaret ettiği "Delil-i İhtiraî"dir. Delil-i ihtiraîhin hülâsası şöyle izah edilebilir:

Cenab-ı Hak hususî eserlerine menşe' ve kendisine lâyık kemalâtına me'haz olmak üzere, her ferde ve her nev'e has ve müstakil bir vücud vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nev' yoktur. Çünkü bütün enva', imkândan vücub dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tegayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudûsu, yani yeni vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir kısmının da hudûsu, zaruret-i akliye ile sabittir. Demek hiçbir şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.

Ve keza ilm-ül hayvanat ve ilm-ün nebatatda isbat edildiği gibi, enva'ın sayısı ikiyüz binden ziyadedir. Bu nevi'ler için birer âdem ve birer evvel-baba lâzımdır. Bu evvel-babaların ve âdemlerin dâire-i vücubda olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız kudret-i İlahiyeden vücuda geldikleri zarurîdir. Çünkü bu nev'lerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nevi'lerin başka nevi'lerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünkü iki nev'den doğan nev', alel ekser ya akîmdir veya nesli inkıtaa uğrar. Tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.

Hülâsa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.

Evet şuursuz, ihtiyarsız, camid, basit olan esbab-ı tabiiyenin, bütün akılları hayrette bırakan o enva' silsilelerinin icadına kabiliyeti olduğu daire-i imkândan hariçtir. Ve keza kudret mu'cizelerinden birer nakş-ı garib ve birer san'at-ı acib taşıyan o enva'ın ihtiva ettikleri efradın da ihtira' ve yaradılışlarını o esbaba isnad etmek, yalnız bir muhalin değil, muhalâtın en hurafesidir. Binaenaleyh o silsileleri teşkil eden enva' ile efrad, hudûs ve imkân lisanıyla, Hâlıklarının vücub-u vücuduna kat'î bir şehadetle şehadet ediyorlar.

S: Bütün silsilelerin Hâlık'ın vücub-u vücuduna kat'î şehadetleri gözönünde olduğu halde, bazı insanların madde ile maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zâhib olmakla dalalete düştüklerinin esbabı nedendir?
C: Kasd ve dikkatle değil, sathî ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve bâtıla, mümkin nazarıyla bakılabilir. Meselâ:
Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilâli arayanlar içinde ihtiyar bir zât da bulunur. Bu zât, gökteki hilâli görmek için bütün kasd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip hilâli araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl nasılsa gözüne ilişir. O zât derhal "Hilâli gördüm" der. "İşte bu gördüğüm Ay'dır" diye hükmeder.

İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla batıla bakar. O bâtıl da ihtiyarsız, talebsiz, dâvetsiz fikrine gelir. Fikri de çar-nâçar alır saklar, yavaş yavaş kabul ve tasdikine de mazhar olur. Fakat onun o bâtılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıd olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garib nakışları ve acib san'at eserlerini esbab-ı camideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir.

Hüseyin-i Cisrî'nin dediği gibi, âsâr-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün zînetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini göremediğinden o zîneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur.

Kezalik nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şâmil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarlarınca, te'sir-i hakikîyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır.

Ey arkadaş! Cenab-ı Hakk'ın pek ince âsâr-ı san'atından ve pek yüksek acaib-i kudretinden sarf-ı nazar ederek, yalnız tabiat denilen şu âsâr ve esbabdan, en zâhir olan in'ikas ve irtisam keyfiyetine bak. Meselâ: Bir aynayı semaya karşı tuttuğun zaman semayı irtifaıyla, nakışlarıyla, yıldızlarıyla celbedip aynada in'ikas ve irtisam ettiren illet-i müessirenin, aynanın yüzündeki hasiyet olduğuna kanaat hasıl edebilir misin? Hâşâ! Veyahut hakikatta bir emr-i vehmîden ibaret olan cazibe-i umumiyenin, arz ile yıldızları şu boşlukta muntazam tahrik ve tedbirine illet-i müessire olarak telakki ve kabul edebilir misin? Hâşâ! Bunlar ancak şart ve sebeb olabilirler, illet-i müessire olamazlar.

Hülâsa: İnsan sathî ve gayr-ı kasdî bir nazarla bâtıl ve muhal bir şeye baktığı zaman, hakikî illetini bulamadığı takdirde, çar-nâçar sıhhatına veya inkârına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır. Fakat talib ve müşteri sıfatıyla kasden ve bizzât dikkatle bakacak olursa, onların hikemiyat dedikleri o bâtıl mes'elelerden hiçbirisini de kabul etmez. Ancak bütün siyasîlerin hikmetini ve hükemanın akıllarını zerrelerde farzetmekle eblehane kabul eder.

S- Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?
C- Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi' değildir. Tâbi', ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet ancak kudrettedir. Yahut nasılki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudûr eden ef'al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hülâsasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudûr eden ef'al arasında bir nizam ve bir intizamı îka' eden İlahî bir şeriat-ı fıtriyedir. Binaenaleyh şeriat ile devlet nizamı, makul ve itibarî emirlerden oldukları gibi; tabiat dahi itibarî bir emir olup, hilkatte yani yaratılışta câri olan Âdetullahtan ibarettir. Amma tabiatın bir mevcud-u hâricî olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve talim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, "Aralarındaki o nizamı idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi bir şey mevcuddur" diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathî ve tebeî bir nazarla, devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u haricî olduğuna ihtimal verebilir. Hülâsa: Tabiat, Allah'ın san'atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun mes'eleleridir. Kuva dahi, o mes'elelerin hükümleridir.

Tevhide geçiyoruz. Kur'an-ı Kerim, Sâni'in vahdetine dair delillerden hiçbir şey terketmemiştir. Bilhassa "Arz ve semada Allah'tan başka ilahlar olmuş olsa idiler, şu görünen intizam fesada uğrardı" manasında olan لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا âyetinin tazammun ettiği Bürhan-üt Temanü' Sâniin vâhid ve müstakil olduğuna kâfi bir delildir. Ve istiklaliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zarurî bir lâzımı olduğuna nurlu bir bürhandır.

Ey arkadaş! Bahsinde bulunduğumuz âyetin evvelinde bulunan اُعْبُدُوا emri, İbn-i Abbas'ın tefsirine nazaran, insanları tevhide davet eden bir emirdir. Ve aynı zamanda bu âyet, heyet-i mecmuasıyla tevhide işaret eden pek latif ve güzel bir bürhanı tazammun etmiştir. Şöyle ki:
Nev'-i beşer ile sâir hayvanatın medar-ı maişetleri olan semeratın tevlidi için, arz ile sema arasındaki muavenet ve münasebetleri ve âsâr-ı âlemin birbirine müşabehetleri ve etraf-ı âlemin birbiriyle kucaklaşmaları ve birbirinin elini tutup ihtiyaçlarını temin etmeleri ve yekdiğerinin sualine cevab verip yardımına koşmaları ve tamamıyla bir nokta-i vâhideye bakmaları ve bir nazzam-ı vâhidin mihveri üstünde hareket etmeleri gibi halleri hâvi olan böyle garib bir makine, sahip ve sâni'inin bir olduğunu kat'î bir şehadetle ilân etmekle, "Herbir şeyde, Sâni'in vahdetine delâlet eden bir âyet ve bir alâmet vardır" manasında olan şu beyitle tanin-endaz oluyorlar: وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ

Ey arkadaş! Sâni'-i Zülcelal, vâhid ve vâcib-ül vücud olduğu gibi, bütün sıfât-ı kemaliye ile de muttasıftır. Zira âlemde ve masnuatta bulunan kemalât, tamamıyla Sâni'in kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir. Öyle ise, Sâni'de bulunan cemal, kemal, hüsün; umum kâinatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden gayr-ı mütenahî derecelerle yüksektir. Zira ihsan, in'am edenin servetinden doğar ve servetine delildir. Îcad, îcad edenin vücuduna delâlet eder. Îcab, mûcibin vücuduna bürhandır. Verilen hüsün, verenin hüsnüne delildir. Ve keza Sâni'-i Zülcelal, bütün nevakıstan pâk ve münezzehtir. Çünkü noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın kılletinden ileri gelir. Halbuki Cenab-ı Hak maddiyattan değildir. Ve keza Sâni'-i Kadîm-i Ezelî, kâinatın ihtiva ettiği eşyanın cismiyet, cihetiyet, tagayyür, temekkün gibi istilzam ettikleri levazım ve evsaftan beri ve münezzehtir. Kur'an-ı Kerim şu iki hakikate "Allah'a misil yapmayın!" manasına olan فَلاَ تَجْعَلُوا لِلَّهِ اَنْدَادًا âyetiyle işaret etmiştir.

Delil-i İmkânî: Bu âyetin, Sâni'in vücuduna işaret eden delillerinden birisi de "delil-i imkânî"dir ki, وَ اللّهُ الْغَنِىُّ وَ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ âyetiyle işaret edilmiştir. Bu delilin hülâsası: Kâinatın ihtiva ettiği zerrelerden herbirisinin gerek zâtında, gerek sıfâtında, gerek ahvalinde ve gerek vücudunda gayr-i mütenahî imkânlar, ihtimaller, müşkilâtlar, yollar, kanunlar varken; birdenbire o zerre, gayr-i mütenahî yollardan muayyen bir yola sülûk eder. Ve gayr-i mahdud hallerden, bir vaziyete girer. Ve gayr-ı ma'dud sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir maksada harekete başlar ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı derhal intaç eder ki, o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi, ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin mâcerası, lisan-ı hâliyle, Sâni'in kasıd ve hikmetine delâlet etmez mi?

İşte herbir zerre, -müstakillen- kendi başiyla Sâni'in vücuduna delalet ettiği gibi, küçük-büyük herhangi bir teşekküle girerse veya hangi bir mürekkebe cüz' olursa, girdiği ve cüz' olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Sâni'ine olan delâletini muhafaza eder.

Bu âyetin mâkabliyle cihet-i irtibatına gelince:
Vaktâ ki Kur'an-ı Kerim: Birincisi, müttaki mü'minler; ikincisi, inadlı kâfirler; üçüncüsü, iki yüzlü münafıklar olmak üzere insanları üç kısma ayırdı.. ve aralarında taksimat ve teşkilât yaptı. Ve herbir kısmın sıfâtını ve akibetini beyan etti. Sonra يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا âyetiyle her üç kısma tevcih-i hitab ederek onları ibadete emir ve davet etti. Demek bu âyetin evvelki âyetlere terettübü ve onları takib etmesi; hane ve binanın mühendisin krokisine, amelin ilme, kaza'nın kadere terettübü ve birbirini takib etmeleri gibidir. Evet evvelki âyetlerde yapılan teşkilât ve taksimat, kroki ve plândan sonra bu âyette, ibadet binasının yapılmasına emredilmiştir. Ve o âyetlerde verilen bilgi ve ma'lûmattan sonra, bu âyette amel ve ibadete emredilmiştir. Ve onlarda yazılan sıfât ve istihkaklara göre, burada emir ve nehiyler ile hükümler verilmiştir. Ve keza evvelki âyetlerde insanların taksimatı, ahval ve sıfâtı zikredildikten sonra, makamın iktizasıyla, bu âyet onları takib etmiştir.

Vakta ki Kur'an-ı Kerim insanların her üç fırkasından bahsetti ve herbir fırkanın sıfâtını ve âkibetini söyledi; sâmi'in arzusu ve makamın iktizası üzerine, Kur'an-ı Kerim gaybdan hitaba intikal ederek onlara karşı şu hitapda bulundu. Evet bazı adamlar hakkında gaibane konuşanların bilâhare konuşmalarını hitaba çevirmelerinde şöylece bir nükte-i umumiye vardır:
Meselâ: Bir şahsın iyiliğinden veya fenalığından bahsedilirken gerek konuşanda, gerek dinleyende, ya tahsin veya tel'in için bir meyil uyanır. Sonra git gide o meyil öyle kesb-i şiddet eder ki, sahibini o şahısla görüştürüp şifahen konuşmaya kuvvetli bir arzu uyandırır. Burada sâmi'lerin o meyillerini tatmin etmekle, makamın iktizası üzerine Kur'an-ı Kerim onları sâmi'lerin huzuruna götürüp kendilerine hitab ile tevcih-i kelâm etmiştir. Bu âyette gaybdan hitaba edilen iltifat ve intikalde hususî bir nükte de vardır ki; ibadetle yapılan tekliften hasıl olan meşakkat, hitab-ı İlahiyeden neş'et eden zevk ve lezzetle karşılanır ve insanlara ağır gelmez. Ve keza hitab suretiyle ibadeti teklif etmek, abd ile Hâlık arasında vâsıta olmadığına işarettir.

Ey arkadaş! Bu âyetin cümlelerini birbiriyle nazmeden münasebetler ise:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا cümlesinde emir ve hitab, geçen her üç fırkayı teşkil eden mü'min, kâfir ve münafıkların mâzi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını ihtiva eden tabakalara hitapdır. Binaenaleyh اُعْبُدُوا vav'ının merciinde dâhil olan kâmil mü'minlere göre اُعْبُدُوا , ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü'minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin şartı olan îman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlâsa emirdir. Binaenaleyh اُعْبُدُوا nun ifade ettiği ibadet kelimesi, mükellefîne göre müşterek-i manevî hükmündedir.

رَبَّكُمْ Yani: Sizi terbiye eden ve büyüten O'dur. Ve sizin mürebbiniz O'dur. Öyle ise siz de, O'na ibadet etmekle abd olunuz!
Ey arkadaş! Vakta ki Kur'an-ı Kerîm ibadeti emretti. İbadet ise üç şeyden sonra olabilir. Birincisi: Ma'budun mevcud olmasıdır. İkincisi: Mabudun vâhid olmasıdır. Üçüncüsü: Ma'budun ibadete istihkakı bulunmasıdır. Kur'an-ı Kerîm o üç mukadder suale işaret etmekle beraber şartlarının delillerini de zikrederken, Mabudun vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır:
Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna âfâkî denilir.
İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna enfüsî tesmiye edilir. Enfüsî olan kısmını da, biri nefsî diğeri usûlî olmak üzere iki kısma taksim etmiştir.

Demek, Ma'budun vücuduna üç türlü delil vardır: Âfâkî, nefsî, usûlî.

Evvelâ, en zâhir ve en yakın olan nefsî delile اَلَّذِى خَلَقَكُمْ cümlesiyle, usûlî delile de وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ cümlesiyle işaret etmiştir. Sonra, ibadet insanların hilkat ve yaratılışına ta'lik edilmiştir.

İbadetin hilkat-ı beşere terettübü iki şeyden ileri geliyor: Ya insanlar ilk yaratılışında ibadete istidadlı ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. Ve o istidadı ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takva vazifelerini göreceklerini kaviyyen ümid eder. Veyahut insanların hilkatinden ve memur oldukları vazifeden ve teveccüh ettikleri kemalden maksad, ibadetin kemali olan takvadır.لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Şu cümle, her iki noktaya da tatbik edilebilir. Yani: ''İstidad ve kabiliyetinizde ekilen veya vazife ve hilkatinizden kasdedilen takvanın kuvveden fiile çıkarılması lâzımdır''.

Sonra, Kur'an-ı Kerîm'de Ma'budun vücuduna âit âfâkî delillerin en karibine جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve bu işaretten, Arzın bu şekle getirilmesiyle nev'-i beşere ve sâir hayvanata kabil-i sükna olarak hazır bulundurulması, ancak Allah'ın ca'liyle (yapmasıyla) olup tabiatın ve esbabın te'siriyle olmadığına bir remiz vardır. Çünkü tesir-i hakikînin esbaba verilmesi, bir nevi şirktir.

وَالسَّمَاءَ بِنَاءً cümlesiyle, Sâni'in vücuduna olan âfâkî delillerden en basit ve en yükseğine işaret edilmiştir.

Sonra, mürekkebat ve mevâlidin vücud-u Sâni'a vech-i delâletlerine, وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً ilh.. cümlesiyle işaret edilmiştir.

Sonra, geçen delillerin herbirisi alel'infirad, yani birer birer Sâni'in vücuduna delâlet ettiği gibi, heyet-i mecmuası da Sâni'in vahdetine işarettir.

Sonra nimetlerin menşei ve menbaı olan âlemin nizamına işaret eden o cümlelerin suret-i tertibi رِزْقًا لَكُمْ ün delâletiyle beraber, Ma'budun ibadete müstehak olduğuna delâlet eder. Çünkü ibadet, şükürdür. Şükür, mün'ime edilir; yani nimetleri veren zâta şükretmek vâcibdir.

Sonra, رِزْقًا لَكُمْ cümlesinden, Arz ve Arz'dan çıkan mevalid, yani Arz'ın semereleri insanlara hâdim oldukları gibi, insanlar da onların Sâni'ine hâdim olmaları lâzım olduğuna bir remiz vardır.

فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّهِ اَنْدَادًا cümlesi ise, geçen cümlelerin herbirisiyle alâkadardır. Yani: Rabbinize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız. Zira Rabbiniz ancak Allah'tır. Sizi, nev'iniz ile beraber halkeden O'dur. Ve Arz'ı size mesken olarak hazırlayan O'dur. Semayı sizin binanıza dam olarak yaratan O'dur. Ve sizin rızık maişetinizi tedarik için suları gönderen O'dur. Hülâsa, bütün nimetler onundur; öyle ise bütün şükürler ve ibadetler de ancak O'nadır.

Arkadaş! Bu âyetin tazammun ettiği cümlelerin keyfiyet ve nüktelerine gelelim:
Evvelâ: Kur'an-ı Kerim'de kesretle zikredilen يَا اَيُّهَا ile edilen hitab ve nida, üç vecihle ve üç edatla te'kid edilmiştir. Birisi: İkazı ifade eden ve ikaz için kullanılan( يَا )harfidir. İkincisi: Alâmetleri aramakla bir şeyi bulmak için kullanılan( اَىُّ )kelimesidir ki, Türkçede "Hangi" kelimesiyle tercüme edilir. Üçüncüsü: Gafletten ayıltmak için kullanılan( هَا) harfidir. Bu te'kidlerden anlaşılır ki, burada şu tarz ile yapılan nida ve hitab, çok faidelere ve nüktelere işarettir.

Ezcümle, birincisi: İnsanlara ibadetlerin teklifinden hâsıl olan meşakkatın, hitab-ı İlahîye mazhariyetten neş'et eden zevk ve lezzetle tahfif edilmesidir. İkincisi: İnsanın gaibane olan aşağı mertebesinden, huzurun yüksek makamına çıkması ancak ibadet vasıtasıyla olduğuna işarettir. Üçüncüsü: Muhatabın üç cihetten ibadete mükellef olduğuna işarettir. Kalbiyle teslim ve inkıyada, aklıyla iman ve tevhide, kalıbıyla amel ve ibadete mükelleftir. Dördüncüsü: Muhatabın mü'min, kâfir, münafık olmak üzere üç kısma ayrılmış olduğuna işarettir. Beşincisi: İnsanların yüksek, orta, avam tabakalarına hitabın şâmil olduğuna işarettir. Altıncısı: İnsanlar arasında yapılan nida ve hitablarda âdet edinmiş olan şeylere işaretdir ki; insan evvelâ gördüğü adamı çağırır ve durdurur. Sonra kim olduğunu anlamak için alâmetlerine dikkat eder. Sonra maksadını anlatır. Hülâsa: Mezkûr hitab, geçen üç cihetten te'kid edilmiş şu nüktelere işarettir.

(يَا )ile nida edilen insanlar gafil, gaib, hazır, câhil, meşgul, dost, düşman gibi çok muhtelif tabakalara şâmildir. Bu muhtelif tabakalara göre( يَا) nın ifadesi değişir. Meselâ: Gafile karşı, tenbihi ifade eder; gaibe ihzarı; cahile ta'rifi; dosta teşviki; düşmana tevbih ve takri'i gibi her tabakaya münasip bir ifadesi vardır. Sonra makam kurbu iktiza ettiği halde, uzaklara mahsus olan( يَا) edatının kullanılması birkaç nükteye işarettir:
1- Teklif edilen emanet ve ibadetin pek büyük bir yük olduğuna,
2- Derece-i ubudiyetin, mertebe-i Ulûhiyetten pek uzak olduğuna,
3- Mükelleflerin, zaman ve mekânca hitabın vakit ve mahallinden ırak bulunduğuna,
4- İnsanların derece-i gafletlerine işarettir.
Muzafun ileyhsiz zikredildiğinden umumî bir tevessümü ifade eden اَىُّ kelimesi; hitabın umum kâinata şamil olup, yalnız farz-ı kifaye suretiyle haml-i emanete ve ibadete insanların tahsis edilmiş olduklarına işarettir. Öyle ise ibadette insanların kusurları, umum kâinata tecavüzdür.

Sonra اَىُّ kelimesinde bir icmal ve bir ibham vardır, çünkü izafesiz zikredilmiştir. Onun o ibham ve icmali, نَاسُ kelimesiyle izale ve tafsil edildiğinden, aralarında bir icmal ve tafsil cezaleti meydana gelmiştir.

هَا : اَىُّ nün muzafun ileyhine ivaz olmakla beraber, يَا edatıyla çağırılanları tenbih içindir.

نَاسُ aslında nisyandan alınmış bir ism-i fâildir, vasfiyet-i asliyesi mülâhazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani: Ey İnsanlar! Ne için misak-ı ezelîyi unuttunuz... Fakat bir cihetten de insanlara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani: Sizin o misakı terketmeniz amden değil, belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir.

اُعْبُدُوا nidaya cevabdır. Mü'min, kâfir, münafık olan geçen tabakalar nida ile çağırıldıklarından; اُعْبُدُوا emri devam, itaat, ihlas, tevhid gibi her tabakaya münasib bir manayı ifade eder.

رَبَّكُمْ : Rab ünvanı اُعْبُدُوا ile teklif edilen ibadete bir illet ve bir sebebe işarettir. Yani: Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lâzım olan bütün levazımatı veren O'dur. O'nun, o nimetlerine şükür lâzımdır. Şükür ise ancak ibadettir.

اَلَّذِى خَلَقَكُمْ : اَلَّذِى Esma-i mübhemeden olduğu için, merci ve medlûlü ancak sıla denilen dahil olduğu cümle ile ma'lûm olur. Meselâ: اَلَّذِى جَاءَكَ denildiği zaman, gelen adamın yalnız sana gelmekle ma'lûmiyeti var, başka cihetten ma'lûmiyeti yoktur. Binaenaleyh, burada رَبَّ kelimesinin اَلَّذِى ile vasıflandırılması Cenab-ı Hakk'ın marifeti, hakikatiyla olmayıp ancak ef'al ve âsârıyla olduğuna işarettir.

Îcad, inşa veya başka bir kelimeye tercihan yaratılışın güzel şeklini ifade eden خَلَقَ tâbiri, insanlardaki istidadın sedat ve istikametçe ibadete elverişli olduğuna işarettir. Ve keza ibadet, yaratılışın ücreti ve neticesidir. Bu itibarla sevab, ibadetin ücreti olmayıp, ancak Cenab-ı Hakk'ın kereminden olduğuna işarettir.

وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ : Merci ve medlûlünün adem-i ma'lûmiyetine delâlet eden اَلَّذِينَ, evvelki insanların ölüm ile mahvolup gittiklerine ve onların ahvâlini bildirecek bir bilgi olmadığına ve yalnız sizin gibi bir kısım mahluklar onların yerlerine gelmekle, o mahvolan insanların tarifleri mümkün olduğuna işarettir.

لَعَلَّ : لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ kelimesi ümid ve recayı ifade ediyor. Fakat bu mana, -hakikatıyla- Cenab-ı Hak hakkında istimal edilemez. Binaenaleyh ya mecazen istimal edilecektir. Veya muhatablara veyahut sâmi' ve müşahidlere isnad edilecektir. Mânâ-yı mecaziyle Cenab-ı Hak hakkında isnad edilmesi şöyle tasvir edilir: Nasıl ki bir insan bir iş için bir adamı techiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümid eder. Kezalik -bilâ teşbih- Cenab-ı Hak insanlara kemal için bir istidat, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla Cenab-ı Hak insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir, denilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır.
Reca manasının muhatablara atfedilmesi şöyle izah edilir:

Ey muhatab olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı reca ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır.
Reca manası, sâmi' ve müşahidlere göre olursa şöyle tevil edilecektir:

Ey müşahidler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümid ve reca ettiği gibi; siz de insanları ibadet techizatıyla mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza ibadetin fıtrî bir iktiza neticesi olduğuna işarettir.

تَتَّقُونَ : Takva, tabakat-ı mezkûrenin ibadetlerine terettüb ettiğinden, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şâmildir. Meselâ: Şirkten takva, kebairden mâsivaullahtan kalbini hıfzetmekle takva, ikabdan ictinab etmekle takva, gazabdan tahaffuz etmekle takva. Demek تَتَّقُونَ kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder. Ve keza ibadetin ancak ihlas ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesîle olmayıp maksûd-u bizzât olduğuna ve ibadetin sevab ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir.

اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً : Kur'an-ı Kerim, bu cümle ile beyan ettiği kudret-i İlahiyenin azametiyle insanları ibadete teşvik edip heyecana getiriyor. Şöyle ki:

Ey insanlar! Arz ve semayı sizlere muti' ve hizmetkâr yapan Zât, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete müstehaktır; ibadetini ediniz. Ve keza insanların faziletine ve yüksek bir kıymete mâlik olduğuna ve indallah mükerrem bulunduğuna bir îmadır. Sanki beşere emrediyor: Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar îzaz ve ikramlarda bulunan Cenab-ı Hakk'a ibadet ediniz! Ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatınızı izhar ediniz. Ve keza esbab ve tabiata tesirin verilmesini reddediyor. Şöyle ki:

Ey insan! Şu gördüğünüz yerler, gökler; sıfatlarıyla beraber, bir Hâlıkın halkiyla, kasdiyla, tahsisiyle ve bir nâzımın nazmıyla husule gelip bu intizamı bulmuşlardır. Kör tabiatın bu kadar büyük şeylerde yeri olmadığı gibi en küçük şeylerde de yeri yoktur. Ve keza sıfatlar da mümkinattan oldukları cihetle, Sâni'a delâlet ettiklerine işarettir. Zira cisimleri teşkil eden zerreler, büyüklük-küçüklük, çirkinlik-güzellik gibi gayr-ı mütenahî ahval ve keyfiyetleri kabul etmekte müsavidirler. Yani bir zerrenin, bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır; ve bir halet, binlerce zerrelere hal olabilir. Binaenaleyh, güzellik gibi bir sıfat, binlerce zerrelere ve dolayısıyla cisimlere sıfat olabildiği halde, o kadar imkânat ve ihtimaller içinde muayyen bir cisme tayin edildiği zaman; herhalde bir kasd ile, bir hikmet altında, bir zâtın irade ve tahsisiyle, binlerce cisimler arasında o cisim, o sıfata mevsuf kılınmıştır.

لَكُمْ : Bu (ل)ihtisas için değildir, ancak sebebiyeti ifade ediyor. Yani Arz'ın tefrişine sebeb, yani vesile, insandır. Bu misafirhanedeki ziyafet onun namına verildi. Fakat istifade, insanlara mahsus ve münhasır değildir. Öyle ise insanların ihtiyacından, istifadesinden fazla kalana abes denilemez.

فِرَاشًا : Bu tabir, garib bir nükte-i belâgata işarettir. Çünkü Arzın sıkletinden dolayı suya batıp kaybolması tabiatının îcabatından olduğu halde, Cenab-ı Hak merhametiyle bir kısmını dışarıda bırakarak, insanlar için bir mesken ve nimetlerine bir maide, yani bir sofra olmak üzere tefriş etmiştir. Ve keza فِرَاشًاtabirinden anlaşılıyor ki: Arz, bir hanenin tabanı gibi insan ve hayvanlara ferş ve bastedilmiştir. Öyle ise Arzdaki nebatat ve hayvanat, hanedeki efrad-ı aile ile erzak ve saire gibi levazım-ı beytiye hükmündedir. Ve keza فِرَاشًا tabirinden anlaşılıyor ki, Arz taş gibi katı ve sert değildir ki kabil-i sükna olmasın ve su gibi mâyi de değildir ki, ziraat ve istifadeye kabil olmasın. Belki orta bir vaziyette yapılmıştır ki, hem mesken, hem mezraa olsun. Bu iki faidenin taht-ı temine alınması, elbette ve elbette bir maksad, bir hikmet ve bir nizam ile olabilir.

وَالسَّمَاءَ بِنَاءً : Semanın insanlara bir sakf, bir dam gibi yapılması, yıldızların o damda asılı kandiller gibi olmalarını istilzam eder ki, teşbih tamam olsun. Öyle ise gayr-i mütenahî şu boşlukta dağınık bir şekilde yıldızların bulunması, akılları hayretde bırakan nizam ve intizamlı vaziyetleri, kör tesadüfe isnad edilemez.

S: İnsan, Arza nisbeten bir zerredir; Arz da, kâinata nazaran bir zerredir; ve keza insanın bir ferdi, nev'ine nisbeten bir zerredir; nev'i de, sair ortakları bulunan enva' içinde bir zerre gibidir. Ve keza aklın düşünebildiği gayeler, faideler hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahîdeki faidelere nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh böyle bir âlemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez?
C: Evet zâhire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidadlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidadların meyillerini tatmin ve temin edecek, âlem-i âhirettir. Ve keza istifade hususunda müzahame, mümanaa ve tecezzi yoktur; bir küllînin cüz'iyatına nisbeti gibidir. Nasılki bir küllî bütün cüz'iyatında mevcud olduğu halde, ne o küllîde tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüz'iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i Arz'dan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne Küre-i Arz'da bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envâa bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin faideleri insana münhasır olup başkalara hiçbir faidesi yoktur demek değildir.

وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ​
İnzalin Cenab-ı Hakk'a olan isnadından anlaşılıyor ki, yağmurun katreleri başıboş değildir; ancak bir hikmet altında ve bir nizam-ı kasdî ile inerler. Çünki o mesafe-i baîdeden gelmek ile beraber; rüzgâr ve hava da müsademelerine yardımcı olduğu halde, katrelerin aralarında müsademe olmuyor. Öyle ise o katreler başıboş olmayıp, gemleri, onları temsil eden meleklerin elindedir.

مِنَ السَّمَاءِ : Sema kelimesinin zikri geçtiğine nazaran, makam zamirin yeri olduğu halde ism-i zahir ile zikredilmesi, yağmurların sema cirminden değil sema cihetinden geldiğine işarettir. Çünkü, sebkat eden sema kelimesinden maksad, cirm değil cihettir.
مَاءً : Semadan gelen karlar, dolular, sular olduğu halde yalnız suların zikredilmesi, en büyük istifadeyi temin eden, su olduğuna işarettir. مَاءً kelimesinde tenkiri ifade eden tenvin ise, yağmur suyunun acib bir su olup, nizamı garib, imtizacat-ı kimyeviyesi size meçhul olduğuna işarettir.

فَاَخْرَجَ deki (ف ), müddet ve mühlet olmaksızın tâkibini ifade eder. Buna binaen semeratın ihracı, yağmurun inzali akabinde bir müddet ara vermeden husule gelmesi lâzımdır. Halbuki ihrac ile inzal arasında hayli bir zaman vardır. Öyle ise اَخْرَجَ , اَنْزَلَ ye atf değildir. Ancak, inzali takib eden fiillerin silsilesi ortadan kaldırılarak, o fiillerin neticesi hükmünde olan اَخْرَجَ , اَنْزَلَ ye atfedilmiştir. Takdir-i kelâm şöyle olsa gerektir:
وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاهْتَزَّتِ اْلاَرْضُ وَ رَبَتْ وَ اَخْضَرَتْ وَ اَنْبَتَتْ فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ
Bu itibarla inzali takib eden اِهْتَزَّتْ fiilidir. (ف) nin de asıl mevkii, اِهْتَزَّتْ dir.

بِهِ deki (ب) harfi, sebebiyet ile karışık ilsak mânasınadır. Yani: Su, semeratın husulüne sebeb olduğu gibi, semerata mülsak, karışık, yapışık olduğundan da, semeratın taravet ve tazeliğini muhafazaya vesiledir.

مِنَ الثَّمَرَاتِ deki مِنْ , beyan ile karışık ibtidayı ifade eder. Bu itibarla اَخْرَجَ ye mef'ul olamaz, ancak sâmi'in fehmine göre tayin edilen mef'ulü mukadderdir. مِنَ الثَّمَرَاتِ ise, o mef'ule beyandır. Takdir-i kelâm فَاَخْرَجَ بِهِ اَنْوَاعًا مِنَ الثَّمَرَاتِ şeklindedir.

Nekre olarak رِزْقًا nın zikredilmesi, bu rızkın nereden ve ne ile husule geldiği size meçhûl olduğuna işarettir.

لَكُمْ deki (ل), ecliyet ve sebebiyet içindir. Yani: Siz rızkın gelmesine sebebsiniz amma, istifadesi size mahsus ve münhasır değildir ve başkalar da tebean istifadeye şeriktirler. Ve keza Cenab-ı Hak, sizlere nimetlerini tahsis ettiği gibi, sizin de şükrünüzü ona tahsis etmeniz lâzım geldiğine işarettir.

فَلاَ تَجْعَلُوا لِلَّهِ اَنْدَادًا : Başta bulunan( ف), geçen dört fıkraya bakıyor. Yani: O'dur Mabud, şerik yapmayınız. O'dur Kadir-i Mutlak, şerikini i'tikad etmeyiniz. O'dur Mün'im, şükründe şerik yapmayınız. O'dur Hâlık, başka bir hâlık tahayyül etmeyiniz.

تَجْعَلُوا : Bu tabirin تَعْتَقِدُوا tâbirine tercihi, onların Allah'a isnad ettikleri şeriklerin ve misillerin aslı ve hakikatı olmadığı için o uydurma şeriklerin itikad edilecek şeyler olmadığına.. ancak uydurma, ca'lî şeyler olduklarına işarettir.

لِلّهِ : Lafza-i celalin اَنْدَادًا üzerine takdimi, Allah'ın daima hâzır olduğunu düşünmek lüzumuna; ve nehyin menşei, şerikin Allah için yapılışı olduğuna işarettir.

اَنْدَادًا : Endad, "Nidd"in cem'idir. "Nidd" ise, "misil" mânasınadır. Halbuki, Cenab-ı Hakk'a yapılan misil, onun zıddı olur. Bir şey hem zıd, hem misil olamaz ve birşeyin zıddı, ona misil olamaz. Öyle ise mislin bulunması, mislin muhaliyetini istilzam eder. "Endad"ın sîga-i cem' ile zikri, müşriklerin cehaletine işarettir. Yani: "Hiçbir cihetten bir benzeri olmayan Cenab-ı Hakk'a nasıl bir sürü misil ve zıd yapıyorsunuz?" Ve keza bütün enva'-i şirkin reddine işarettir. Yani: "Ne zâtında ve ne sıfâtında ve ne ef'alinde şeriki, şebihi yoktur." Ve keza vesenî, sabiî, ehl-i teslis, ehl-i tabiat gibi fırak-ı dallenin tevehhüm ettikleri şeriklerin tabakalarına işarettir.

İhtar: Vesenî Mezhebinin menşei; yıldızları ilâh itikad etmek, hulûlü tahayyül etmek, cismiyeti tevehhüm etmek gibi gülünç şeylerdir.

وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ : Bu cümle ile âyetlerin sonunda zikredilen emsali cümleler, İslâmiyetin menşei ilim, esası akıl olduğuna işaret eder. Binaenaleyh İslâmiyetin hakikatı kabul ve safsatalı evhamı reddetmek, şânındandır.

تَعْلَمُونَ ye bir mef'ulün terki, çok mef'ullerin takdirine sebeb olmuştur. Demek îcaz ve ihtisarı yapmakla itnab ve uzatmaktan kaçar iken, daha ziyade itnaba, tatvile sebeb olmuştur. Yani: Allah'tan başka mabudunuz olmadığını, hâlıkınızın bulunmadığını, başka bir kadir-i mutlak olmadığını ve mün'iminizin bulunmadığını bilirsiniz. Keza bilirsiniz ki, onların uydurdukları âlihe ve esnam, bir şeye kadir olmayıp, onlar da mahluk ve mec'ul şeylerdir.
 
Üst Alt