- Katılım
- 26 Temmuz 2011
- Mesajlar
- 19,432
- Tepkime puanı
- 185
Bir apartman dairesinde yedi ay önce ölen bir ailenin cesetleri bulunmuş…
Gazetelerde haberi okuduğumda tüylerim diken diken oldu.
Bu ne ilgisizlik!
Bir apartman dairesinde tüm aile ölüyor, ama diğer apartman sakinlerinin ruhu bile duymuyor.
Galiba iyice ferdîleştik. Birbirimizden koptuk…
Sevgisiz, dayanışmasız bir topluma dönüştük!
Çok acı, ama galiba komşuluk gerçekten öldü.
“ büyük şehirlerde insanın yalnızlığı daha yoğun, daha yıpratıcı.
İlişkiler komşunun komşuyu rahatlatmasından çok rahatsız edici boyutlarda kuruluyor.
Ya gürültü yapan komşuyu uyarmak için ya da apartman toplantılarında bağırıp çağırmak için komşularımızla görüşüyoruz.
Bu da apartman hayatına bir türlü alışamayan, hatta belki apartman hayatına direnen kırsallığımızm kalıntısı.
Yine de herşey dinin gelenekselleşmiş unsurlarını gözardı etmekten kaynaklanıyor gibime geliyor…
Gelenekselleşmiş unsurlar derken, pek tabii temel kuralların dışındaki kalıplardan söz etmek istiyorum. Aksi takdirde camilerde cemaat artarken biz komşuluk ilişkilerimizin bozulmasından yakınmazdık.
Bu kopuşta hiç kuşkusuz televizyon önemli etkenlerden biri. Yalnız komşuluk ilişkilerine değil, aile içi sohbetlere de büyük darbe vurdu...
Sonuç olarak hem aile içi bağlar, hem de komşuluk bağları zayıfladı…
Yer yer koptu…
Komşularımızın çoğunu tanımıyoruz ama Brezilya dizilerindeki oyuncuları isim isim tanıyoruz.
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” şeklindeki hadis-i şerifi hatırlarsınız.
Çoğumuz bu Peygamber-i Zişan hükmünü yılda bir kere komşumuza aşure ikram ederek “ihya” ettiğimizi düşünüyoruz herhalde.
Yalnız sanıyorum, hadis-i şerifte vurgulanan “açlık” yalnız mide ile ilgili bir “açlık” değil. Kanaatımca beyin açlığı da, bilgi açlığı da, ruh açlığı da bunun kapsamına girer.
Yani komşulara karşı komşunun “tebliğ” mükellefiyeti de vurgulanıyor sanki…
Bu anlamda bir komşuluk ilişkisi ne yazık ki yok: Ya da özlenen seviyede değil diyelim.
“Altta kalanın canı çıksın” anlayışı şuuraltımızda kol geziyor. Komşuluk ilişkilerinde bile menfaat hesabı yapıyoruz.
Aslında hayatı kavgaya dönüştürüp çekilmezleştiren insan ihtirasıdır…
İnsan, ihtirasları yerine şefkatiyle hayata yaklaşsa, hayatın bir mücadele değil, “muavenet”, yani yardımlaşma olduğunu göre*bilecektir.
Meselâ toprağın ağaçla, güneşin toprakla, çiçeğin yaprakla, bulutun yağmurla, atmosferin stratosferle, oksijenin insanla bir kavgası yok…
Bunlar insana ibret veren bir “sulh-u umumî” çizgisinde yar*dımlaşarak görevlerini yapıyorlar.
Görevim aksatan tek varlık insandır!..
Bu yüzden insan kendi dünyasını yaşanmaz yapmıştır. İhtiraslarıyla çıkardığı savaşlarda kendini kurban etmiştir. Yine ihtirasıyla kirlettiği çevre yüzünden kendi kendisini boğma tehli*kesiyle yüz yüze gelmiştir.
Yani bize “çağdaşlık” adına, yahut “modernite” adına dayatı*lan hayat anlayışı, hayatımızı savaşa ve kavgaya dönüştürdü.
Sonuç olarak tüm dünyamızı “menfaat” hesabıyla oluşturduk. Menfaat hesabı sevgiyi öldürdü…
Karşılıksız yardım (infak) duygusunu öldürdü…
Sadaka anlayışını öldürdü…
Bütün bunların kaynağı dindi: Oysa menfaat “lâdini”dir…
Menfaatçilik “seküler”dir.
Komşuluk ilişkilerimize bile aynı unsurlar hakim: Ancak menfatimiz varsa komşuya gidiyoruz, ya da komşuyu evimize kabul ediyoruz.
Çare: Dinin komşuluk ilişkileri gibi geleneksel boyutlarını yeniden ihya etmektir. Çünkü dünyevî şartlar insanı insandan her gün biraz daha koparıyor.
Eşya ile iyice daraltılmış basık mekanlarda yaşayan insanların ruh dünyası da daralır.
Daralan ruhlarda sevgi kök salamaz. İnsanlara sürekli bir sinirlilik hâli hakim olur.
Kendi mekânında kendine yabancılaşır, giderek kendi içine kapanır, kabalıklarda bile yalnızlığını yaşar.
Biz Avrupa’dan “apartman” ithal ederken, aynı zamanda “yalnızlık” ithal ettiğimizi kestiremedik...
Apartmanla birlikte, Avrupa’nın bireyci apartman ahlâkını da ithal ettiğimizi yeni yeni anlıyoruz.
Yavuz Bahadıroğlu <!-- / message -->
Gazetelerde haberi okuduğumda tüylerim diken diken oldu.
Bu ne ilgisizlik!
Bir apartman dairesinde tüm aile ölüyor, ama diğer apartman sakinlerinin ruhu bile duymuyor.
Galiba iyice ferdîleştik. Birbirimizden koptuk…
Sevgisiz, dayanışmasız bir topluma dönüştük!
Çok acı, ama galiba komşuluk gerçekten öldü.
“ büyük şehirlerde insanın yalnızlığı daha yoğun, daha yıpratıcı.
İlişkiler komşunun komşuyu rahatlatmasından çok rahatsız edici boyutlarda kuruluyor.
Ya gürültü yapan komşuyu uyarmak için ya da apartman toplantılarında bağırıp çağırmak için komşularımızla görüşüyoruz.
Bu da apartman hayatına bir türlü alışamayan, hatta belki apartman hayatına direnen kırsallığımızm kalıntısı.
Yine de herşey dinin gelenekselleşmiş unsurlarını gözardı etmekten kaynaklanıyor gibime geliyor…
Gelenekselleşmiş unsurlar derken, pek tabii temel kuralların dışındaki kalıplardan söz etmek istiyorum. Aksi takdirde camilerde cemaat artarken biz komşuluk ilişkilerimizin bozulmasından yakınmazdık.
Bu kopuşta hiç kuşkusuz televizyon önemli etkenlerden biri. Yalnız komşuluk ilişkilerine değil, aile içi sohbetlere de büyük darbe vurdu...
Sonuç olarak hem aile içi bağlar, hem de komşuluk bağları zayıfladı…
Yer yer koptu…
Komşularımızın çoğunu tanımıyoruz ama Brezilya dizilerindeki oyuncuları isim isim tanıyoruz.
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” şeklindeki hadis-i şerifi hatırlarsınız.
Çoğumuz bu Peygamber-i Zişan hükmünü yılda bir kere komşumuza aşure ikram ederek “ihya” ettiğimizi düşünüyoruz herhalde.
Yalnız sanıyorum, hadis-i şerifte vurgulanan “açlık” yalnız mide ile ilgili bir “açlık” değil. Kanaatımca beyin açlığı da, bilgi açlığı da, ruh açlığı da bunun kapsamına girer.
Yani komşulara karşı komşunun “tebliğ” mükellefiyeti de vurgulanıyor sanki…
Bu anlamda bir komşuluk ilişkisi ne yazık ki yok: Ya da özlenen seviyede değil diyelim.
“Altta kalanın canı çıksın” anlayışı şuuraltımızda kol geziyor. Komşuluk ilişkilerinde bile menfaat hesabı yapıyoruz.
Aslında hayatı kavgaya dönüştürüp çekilmezleştiren insan ihtirasıdır…
İnsan, ihtirasları yerine şefkatiyle hayata yaklaşsa, hayatın bir mücadele değil, “muavenet”, yani yardımlaşma olduğunu göre*bilecektir.
Meselâ toprağın ağaçla, güneşin toprakla, çiçeğin yaprakla, bulutun yağmurla, atmosferin stratosferle, oksijenin insanla bir kavgası yok…
Bunlar insana ibret veren bir “sulh-u umumî” çizgisinde yar*dımlaşarak görevlerini yapıyorlar.
Görevim aksatan tek varlık insandır!..
Bu yüzden insan kendi dünyasını yaşanmaz yapmıştır. İhtiraslarıyla çıkardığı savaşlarda kendini kurban etmiştir. Yine ihtirasıyla kirlettiği çevre yüzünden kendi kendisini boğma tehli*kesiyle yüz yüze gelmiştir.
Yani bize “çağdaşlık” adına, yahut “modernite” adına dayatı*lan hayat anlayışı, hayatımızı savaşa ve kavgaya dönüştürdü.
Sonuç olarak tüm dünyamızı “menfaat” hesabıyla oluşturduk. Menfaat hesabı sevgiyi öldürdü…
Karşılıksız yardım (infak) duygusunu öldürdü…
Sadaka anlayışını öldürdü…
Bütün bunların kaynağı dindi: Oysa menfaat “lâdini”dir…
Menfaatçilik “seküler”dir.
Komşuluk ilişkilerimize bile aynı unsurlar hakim: Ancak menfatimiz varsa komşuya gidiyoruz, ya da komşuyu evimize kabul ediyoruz.
Çare: Dinin komşuluk ilişkileri gibi geleneksel boyutlarını yeniden ihya etmektir. Çünkü dünyevî şartlar insanı insandan her gün biraz daha koparıyor.
Eşya ile iyice daraltılmış basık mekanlarda yaşayan insanların ruh dünyası da daralır.
Daralan ruhlarda sevgi kök salamaz. İnsanlara sürekli bir sinirlilik hâli hakim olur.
Kendi mekânında kendine yabancılaşır, giderek kendi içine kapanır, kabalıklarda bile yalnızlığını yaşar.
Biz Avrupa’dan “apartman” ithal ederken, aynı zamanda “yalnızlık” ithal ettiğimizi kestiremedik...
Apartmanla birlikte, Avrupa’nın bireyci apartman ahlâkını da ithal ettiğimizi yeni yeni anlıyoruz.
Yavuz Bahadıroğlu <!-- / message -->