Süleyman hilmi tunahan efendi hazretlerinin talebeliği

ömr-ü diyar

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Nisan 2011
Mesajlar
3,345
Tepkime puanı
25
SÜLEYMAN EFENDİNİN TALEBELİĞİ:
Osman Efendi farklı bir gözle bakmaya başladığı oğlunu İstanbul’a gönderirken, içinde, sevinç, umut, heyecan ve ayrılıkların ayrılmaz parçası olan hüzün, birbirine karışmıştı. Oğluna bakarken, dolu dolu olan gözlerinde muhabbet ve hürmet bir aradaydı.Daha önce kendisinin de geçtiği yollardan geçmek üzere İstanbul’a gönderiyordu onu.

İstanbul o zaman, zamanın ilim ve medeniyet merkezi, ulemâ-i kirâmın toplandığı bir yerdir. Osman Efendi oğlunu başka yere gönderemezdi. Çünkü ilim sâhasında Mısır’da bulunan Ezher Üniversitesi vardı. Mısır, îtikâdî yönden sağlam değildi. Vehhâbi ve reformist cereyanlar orada cirit atıyordu. Ama İstanbul her yönüyle sağlamdı: Ehli takvâ olan Osman Efendi, ümidini bağladığı ciğerpâresini İstanbul’a gönderirken ona başlıca 3 nasihatte bulunmuştur ki; herkes için geçerlidir.
1- İstanbul’da parasız kalmak âhirette imansız kalmak gibi zordur. Onun için iktisatlı ol, on kuruşa alacağın bir şeyi beş kuruşa almaya gayret et.
2- Usûl-ü fıkıh ilmine iyi çalışırsan, dîninde kuvvetli olursun
3- Mantık ilmine iyi çalışırsan, ilminde kuvvetli olursun...
Babasının bu çok fâideli nasihatını gönlünde muhâfaza eden Süleyman Efendi (K.S) hem usûl-ü fıkha, hem mantığa ve hem de diğer bütün derslere “iyi” çalıştı. Hem de ne çalışma. O insan üstü gayrete, bazen vücudu isyan ediyor, burnundan gelen kan, önündeki kitabın sayfalarına damlıyordu. Fakat o, gene de pes etmiyor, çalışıyor, çalışıyor, çalışıyordu...En büyük düşmanı uykuydu.

Uykunun pençesinden kurtulabilmek için fincan fincan kahve içer, kış gecelerinde pencerenin önünden alarak, avucunun içinde top haline getirdiği karları, gömleğinin yakasıyla ensesi arasına koyardı. Karlar yavaş yavaş eriyerek boynundan sırtına doğru akar ve böylece kendisini uykuya karşı korumaya çalışırdı.
Bir gün ağır şekilde hastalandı ve yatağa düştü. Hastalığı öyle ağırdı ki, hayattan ümidini kesmişti. O böyle yorgan döşek yatarken, üstâzı Salâhuddin İbn-i Mevlânâ (K.S) kendisini ziyarete geldi. Hayattan ümidini kesen Süleyman Efendinin gözlerinden inci gibi yaşlar süzülüyordu. Üstazı, bunun üzerine “Evladım, sen hiç üzülme”dedi. “bu hastalıktan iyileşeceksin. Okuyup büyük adam olacaksın ve çok itibar göreceksin. Hatta sen, kaptan-ı gayr-ı müslim olan bir gemiye binecek olsan, o dahi sana saygı gösterecek...”

Tabi ki herkesin yapacağı gibi Süleyman Efendi (K.S) İstanbul’a -pâyitahta- gelir gelmez ilk iş olarak ecdâdını ziyaret ediyor. Bu meyanda büyük dedesi İdris Bey tarafından akrabalık bağı kurulan, cennet mekân Fatih Sultan Mehmet Hân’ı ziyarete gider. Fâtih câminin içine girip câminin ortasındaki kuyunun başına gelince Hz. Fatih’in ruhâniyeti zuhûr eder. Elinde iki kâse su bulunmaktadır. Süleyman Efendi (K.S) hayretler içinde bakarken, Hz. Fatih elindeki kâselerden birini uzatıp içmesini söyler. Süleyman Efendi(K.S) her ikisini de içer.
Senelerce önce rüyâsında Rasülüllah (S.A.V)’i görerek aldığı emirle, Bağdat’ta kürsüye çıkan Abdülkadir Geylâni (K.S) Hazretleri ne konuşacağını düşünürken yine sevgili peygamberimizin (S.A.V) emriyle
“Yâ Ali koş evlâdıma yardım et” fermânıyla ve Fahr-i Kâinatın bir mübârek tükrüğü ile bülbüller gibi coşan Abdülkadir Geylâni misâli, ilmin eşiğine gelen Süleyman Efendiye de “Rasulüllah Efendimizin izniyle Hz. Fatih tarafından iki kâse su içirilmiştir.
İşte bu iki kâse su, Süleyman Efendi (K.S) nin hem zâhiri ve hem de bâtınî ilimlerde yed-i tûla (zirve) sahibi olacağına işâret ediyordu.

Fatih’te Sahn Medresesine kayıt yaptırmak için gelen Süleyman Efendiye medresenin kadrosunun dolu olduğu söylenir, yalnız bodrum katta yer olduğu bildirilir. Burası öyle bir yerdir ki, penceresi dahi yok, mum ışığında ders çalışılabilen bir mekân. Râzı olursan orada kalıp tahsilini yapabilirsin derler. Süleyman Efendi (K.S) medresede okuma hevesiyle bu teklifi seve seve kabul etmiştir. Ne Hikmetse, bir çok müstesnâ büyük âlimlerin yetiştiği yerde o bodrum olmuştur. Süleyman Efendi (K.S) medreseye adım atarken yeni mezun olmuş bir büyük âlimle karşılaşır. O âlim genç Süleyman Efendiye çeşitli sualler sorar. Aldığı cevaplardan çok memnun kalınca medresede okuduğu kitaplarını Süleyman Efendiye hediye eder.

Fatih’te Sahn Medresesine kaydolan Süleyman Efendi “Büyük” lakâbıyla da anılan Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin ki bu zât, devrin en büyük dersiâmlarındandır, ders halkasına dâhil olur. Buradaki tahsil hayatı da oldukça parlak ve başarılı geçer. Derslere olan iştiyâkı ve üstün zekâsıyla dikkatleri celbeder. Medrese muhitlerinde kendisi hakkında “yetişirse iyi bir âlim olacak” görüşü yaygın olur. Ahmed Hamdi Efendi onun hem aklını, hem de derslerini öğrenme hususundaki kâbiliyetlerini takdir eder, o derse gelinceye kadar talebeleri meşgul eder, o gelince derse başlardı. Zaman zaman dersini takip için onu yerine halef bıraktığı oluyordu. Ona olan hayranlığından, nesebi yakınlıkta arzu etmiş, fakat, takdîr-i ilâhi, bu işin gerçekleşmesine müsaade etmemişti.

Süleyman Efendi, İstanbul’da ki tahsili sırasında, bir yılda veya iki yılda bir olmak üzere izne gelebilmektedir. Bu sıla-i rahimler sırasında Osman Efendi oğluna gâyet hürmetkâr davranmaktadır.
Günler günleri kovalar ve Süleyman Efendi, tarihler 1916’yı gösterirken, Bafralı Hamdi Efendi’den icâzetnâmesini alır. Derecesi birinciliktir ve Süleyman Efendi, 28 yaşındadır.
İlmî kariyerine son noktayı koyabilmek ve dersiâm olabilmek maksadıyla, Süleymâniye Medreselerinden Medresetü’l Mütehassisîn’e kaydolur.(Hafız Ahmet Paşa Medresesi 30 Eylül 1916) Seçtiği bölüm “Tefsir ve Hadis’tir. Medresetü’l Mütehassisine kaydolmadan önce, Medresetü’l Kuzât ( Kâdı yetiştiren mektep)’inde (şimdiki Hukuk Fakültesi) giriş imtihanını birincilikle kazanmış, fakat bunu büyük bir sevinçle pederine mektupla bildirdiği zaman ondan aldığı telgraf şu olmuştur.
“Süleyman; ben seni cehenneme göndermek için İstanbul’a göndermedim.”
Pederleri bu telgraf ile kendisine peygamberimizin “üç kâdıdan (hâkimden) ikisi cehennemde, birisi cennettedir.” Hadisi şerifini hatırlatıp kâdılığa yönelmemesini istiyordu.
Süleyman Efendi (K.S) pederine telgrafla verdiği cevapta kendisinin asla kâdılığa talip olmadığını, maksadının ise devrinin bütün zâhiri din ilimleri sahasında kemâle ermek ve vukûfa sahip olmak istediğini bildirerek pederlerini rahatlatır. Gönlünü huzûra erdirir.

Süleyman Efendi (K.S) büyük bir iştiyakla Medresetü’l Mütehassisin’e devam eder. Azim ve gayretin neticesi olarak daha 2. Sınıftayken 1918 yılında tefsir, hadis ve usul-ü fıkıh şubelerinden İstanbul müderrisliği ruûsuna nâil oluyor. Nihayet 27 Mayıs 1919’da Medresetü’l mütehassisinin tefsir ve hadis şubelerinden birincilikle mezun olup dersiâm (Ord.Pröfesör) olduğu gibi Medresetü’l Kuzat’tan da (Hukuk Fakültesi) iyi derece ile diplomasını alıp Kaadilik rütbesine ulaştı. Böylece hukuk ilimlerinde de “yedi tûlâ sahibi olur. Ancak Süleyman Efendi(K.S) hiçbir zaman hâkimliğe talip olmadı. Onun yapacağı işler hazır bekliyordu.
Süleyman Efendi (K.S.) harf inkılâbını tasvip etmiyordu. Bundan fevkalâde rahatsız olmuştu. Konuşmalarında sık, sık bu konuyu dile getiriyor ve alfâbe değişikliğinin getireceği sıkıntılara dikkat çekiyordu. İslâm’a, İman’a, âdet ve an’anelere, san’at’a, ticaret ve ziraate; en zararlısı, İslam harflerinin kaldırıp atılmasıdır, buyururlardı ve misal olarak Japonya’yı verirlerdi. Atom bombasının atılmasıyla Japonya Amerika’ya boyun eğmek zorunda kaldı, ancak okuyup yazma ve milli kültürleri hususunda serbest bırakılmayı müttefiklerine kabul ettirdi. Bilindiği gibi kısa sürede kendi eserleriyle geliştiler.

Alfâbe değişikliği demek insanın geçmişi ile, kültürüyle bağının koparılması demektir. Dünyalar değerindeki ilmi ve fikri eserlerin kütüphâne raflarında tozlanması, çürümeye terk edilmesi demektir. Bırakın avam kesimi, ilâhiyat tahsili yapan gençlerin bile büyük kısmı bugün bu eserleri okuyup anlayamamaktadır. Bu da sonu yıkıma giden, toplumda maddi mânevi sıkıntılar meydana getiren bir durumdur.
Harf İnkılâbıyla alâkalı olarak, meşhur İtalyan Türkolog Prof. Rossi, Viyana da verdiği bir konferansında “Güzel Türkçe’yi hiçbir kuvvet yıkamamıştır. Yeni harfler yıkacaktır. Bu harfler müslüman Türklerin geçmişleriyle, tarihleriyle, gelenekleriyle alâkalarını koparacaktır.” diyordu.

Yeni devrin siyâsi simâlarının hâkim olduğu anlayışı en bâriz şekilde gösteren ifâde, “Bizim ne şark ile, ne şark milletleriyle, ne müslümanlıkla, ne islam ilimleriyle münâsebetimiz yok. Onlardan bütün alâkamızı kestik kendilerini tanımıyoruz.” Hâriciye vekili Tevfik Rüştü Aras’ın büyük bir cüretkârlıkla söylediği sözlerdi bunlar. Bu ülkeyi yöneten insanların zihniyeti bu yöndeydi. Buna benzer daha nice ifâdeler, beyânatlar vardır. Merakı olanlar TBMM zabıtlarını ve konuya ilgi duyan, değerli araştırmalar yapan yazarların eserlerini okuyabilirler.
İşte böyle bir devirde Süleyman Efendi vazifesini icrâ etmeye çalışıyordu. Vâizlik hizmetini hiç aksatmadan yapıyordu. Uzun müddet İstanbul’un Sultanahmet, Süleymâniye, Yeni câmi, Şehzâdebaşı, Kasımpaşa camii kebir ve daha nice câmilerde vaaz etmiştir. Dedik ya İstanbul’da o zaman mevcut olup da vaaz etmediği câmi yoktur desek yeridir. O kendisine Peygamber Efendimizin şu Hadis-i şerifini şiâr edinmiştir. “Din nasihatle kâimdir. Din nasihatle kâimdir, Din nasihatle kâimdir.”

Aynı zamanda mensubu bulunduğu Nakşî tarikatının başbuğlarından olan Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin “Tarikunâ tarîkus-sohbet” sözünü kendine düstûr edinmişti. Bulunduğu her mekânda irşad vazifesiyle uğraşmış, din ve îman mevzularını yasak olmasına rağmen her şeyi göze alarak en ince teferruatına kadar anlatmıştır.

Ayrıca Süleyman Efendi Süleymâniye Medreselerinde İslam Hukukundan başka Roma hukuku, Deniz ve Kara Ticaret Hukuku ile Devletler Hukuku da tahsil etmiş bulunmaktaydı. Süleyman Efendi bu kadar kısa zamanda bu ilimleri okumuştu ama nasıl ? Boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Derslere daha fazla vakit ayıra bilmek için uykusunu kısardı. Dünyada makam ve mevkide gözü yoktu. O maddi ve mânevi bütün ilimleri tahsil ederek ileride alacağı mânevi vazifeye hazırlık yapıyordu. Mâlum “tek kanatlı kuş uçmaz” diye bir söz vardır. Süleyman Efendi dine hizmet etmek, Ümmeti Muhammed’in kurtuluşunu temin etmek için bütün gayretini gösterip ilim tahsil ediyordu. İlim tahsili hususunda kapasitesini o kadar zorlardı ki, bazen okuduğu kitapların sahifelerine kanlanan gözlerinden kanlı yaşlar damlardı. Uykuya karşı amansız bir mücadele verirdi. Uykuya mağlup olmayıp, çok ders çalışmak için her gün bol miktarda kahve içerlerdi. Uzun kış gecelerini ders çalışarak, fâideli geçirmek için pencereden uzanıp aldıkları bir avuç karı sıkıştırıp kar topu haline getirdikten sonra, gömleği ile omurilik soğanı arasına koyardı. Vücudunun sıcaklığı ile yavaş yavaş eriyip sırtından aşağı akan kar suyu daima uyanık bulunmasını sağlardı.


Uykuya hasret öyle günleri geçerdi ki; Bir gün kendi kendine şöyle düşünür, “Bir ay hiç bir şeyle meşgul olmam, istirahat eder, dinlenirim, bu geçen sıkıntıları unuturum.” Ancak ileride de göreceğimiz gibi bu hayallerini uygulama sâhasına geçirmeye fırsat bulamayacaktır. Bu esnâlarda bir rüya görür ve kendisinin uykuya hasret kalacağını, mühim vazifelerin kendisini beklediğini, çok gayret etmesi gerektiği ikâzını alır.
Böylece Süleyman Efendinin maddi tahsil hayatı noktalanmış oluyordu. Devrinin akli ve nakli ilimlerini en iyi derece ile tahsil etmişlerdi. Artık Süleyman Efendi müfessirdi, muhaddisti. Zira Medresetü’l Mütehassisinin tefsir ve hadis bölümünden icâzet almıştı. İcâzet, işin maddi yönünü gösteriyordu. Fakat o dersiamlık ve vâizlik hayatında bunu bil fiil icra ediyordu. Seçmiş oldukları mevzuu ile ilgili âyet ve hadisleri mutlaka okurlardı.

Süleyman Efendinin Kaadılığı da vardı. Zîra Medresetü’l Kuzât (Hukuk Fakültesi) mezunuydu. Hukûki meselelere karşı engin bir vukûfu vardı. Lâkin o hiç bir zaman kâdılık yapmaya teşebbüs etmemiştir.
“Süleyman Efendi(K.S)’nin hayran olduğumuz husûsiyetlerinden biride şu idi. Hazret bir mes’elenin izâhını yaparken dâima delille konuşurdu. Konuşmaları mutlaka bir âyet-i celîle ve hadis-i şerife istînâd ederdi. Yeri geldiğinde derhal Arapçasını da okurdu. Âyet ve Hadis-i Şerif ile irtibatlandırmadan konuştuğuna hiç rastlamadım. Bunun daha ilerisi var mı? Tam bir Osmanlı müderrisi idi. Ayrıca bir müceddid husûsiyeti taşıdığını her hâl ve hareketiyle ispat ediyordu.”

Gerçekten de Süleyman Efendi, zâtına mahsus tatlı bir üslupla hitap ederdi. İstanbul’da vaaz etmediği câmi pek kalmamıştır dersek mübalağa yapmış olmayız. Her yerdeki vaazında; onun konuşmalarından istifâde etmek için ve onunla tanışabilmek için büyük kalabalıklar olurdu. Âyet-i Kerimelerin ve Hadis-i şeriflerin sebebi nüzul ve vurûdunu da dikkate alarak tefsirini, îzahını akıllarda en iyi derecede kalacak şekilde yapardı. Konuşmalarında dini, dünyevî, insanlar için faydalı olan şeylerden bahsederdi. O devirde yasaklanmış olan bazı mes’eleleri bile dile getirmekten korkmazdı. Bir gün Sultan Ahmet Camii vaazında Cezayirli müslümanlardan bahsetmiş , hükümetimizin onların aleyhine olan tutumlarını eleştirmiş “devlet yardım etmiyor bâri biz müslümanlar hiç değilse dua ile yardım edelim, Cezayir müslümanları, kadınları kollarındaki bileziklerini, parmaklarındaki yüzüklerini vererek İstiklâl harbinde bize yardım etmişlerdir. Eğer onlara yardım etmezsek, onların hürriyet ve istiklalleri için geceleri kalkıp hiç değilse iki rek’at namaz kılıp yalvarmazsak mes’ul oluruz efendiler” deyip onlar için dua etmişlerdir. Bundan dolayı da karakola celbedilerek ifâdesi alınıp mahkemeye sevk edilmiştir. Bir hayli mahkemeden sonra berâet etmiştir.

Süleyman Efendi (K.S.) dünya politikasını dış ve iç siyaseti takip ederdi. Her gün gazete aldırır ve dış politika ile ilgili kısımlarını okurdu. Pratik zekâsının ve tecrübesinin ürünü olarak ilerde nasıl bir siyâsi yol takip edileceğini kestirir ve bunda isâbet ederlerdi. Tahsil hayatının sona ermesinden sonra da boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Hep halkı irşad etmek için vaazlarda bulunur, vaaz haricinde yine kendini sevenlerle bir araya gelip, Ümmet-i Muhammed’in evlâdına nasıl fâideli oluruz diye istişârelerde bulunurdu.

Talebe Temin Etmede Takip Ettiği Yol ve Yöntemler:
İlk zamanlar talebe bulma sıkıntısı çeken Süleyman Efendi (K.S.) eline geçen talebeleri kendinden ayrılmayacak şekilde bağlamıştı. Yani onlara hem ders okumanın faziletlerini öğretiyor, hem de talebeliği sevdiriyordu. Bir anne ve babanın çocuklarına gösteremeyecekleri ilgiyi, şefkati talebelerine o gösteriyordu. Talebe onun velî nimetiydi. Onların her şeyiyle ilgileniyordu, her türlü sıkıntılarını giderir, onlarla hemhâl olurdu. Hasta oldukları zaman da bizzat kendisi götürür veya ehemmiyetli bir işi varsa bir başkasıyla doktora gönderirdi. Bu hususu doktoru Kamil Karakayalı Bey bizzat müşâhede etmiştir. Onun anlattıklarına göre Süleyman Efendinin (K.S.) tıpa tabâbet bilgisine de meyli vardı. Doktor Kamil Karakayalı onun bazı bilgilerinden kendisinin de istifâde ettiği söyler.

Bir gün bir zat Süleyman Efendiye müracaatla: Efendi hazretleri oğlumu okutmak istiyorum, ne ücret alıyorsunuz? Diye sordu. Süleyman Efendi (K.S.) de sen çocuğunu hemen getir, talebeden para alınmaz. Talebeye para verilir. Okusun da, dinine, kitabına, milletine hizmet etsin buyurdular. Nitekim, zât-ı şerifleri buyurdukları gibi eski âdetleri kökünden değiştirip, bu usûlü ihdâs ettiler. Görülmemiş bir uygulamaydı bu, talebeden para almadığı gibi harçlık da veriyordu. Talebenin iâşesini zaten kendisi karşılıyordu. Memuriyetten aldığı paranın bir kuruşunu kendisi için harcamamıştır.Hatta bu hususta şahsî mülklerini satarak talebelere harcamıştır. Her gün derse başlamadan önce talebelerinin hâlini hatırını sorardı. Bir sıkıntıları varsa onu elinden geldiğince halleder, derse başlayacak olan talebeyi psikolojik yönden zinde tutardı. Bazen de tatlı latifeler yapardı. Bu sâyede talebeler onu bir hocadan çok, kendileri üzerine titreyen merhametli bir baba olarak görürlerdi.

Talebelerine maîşet endişesi içinde olmamalarını tavsiye ederdi. için okuyan kimsenin dünyalığının da iyi olacağını söylerdi. Talebelerine “Oğlum ilimsiz ibâdetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp, istikbal sevdâsına daldıkları şu günde Mevlâ’nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren âlî bir iştir. İhlas ve samimiyetle ve Rasulüne yönelen, gölge gibi dünyayı ve hayrı kendine tâbi kılar. Ahirete çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise ahireti kazanamaz. Zîrâ âhiret hakikat, dünya haleftir. Eğer ağacı kökünden götürürsen gölge de beraberinde gelir” diye mâlumat ve tavsiyelerde bulunurlardı. Bu yumuşak muâmeleden talebeler fevkalâde memnun olup etkileniyorlardı. Hocalarının gerçek bir âlim ve çok büyük bir mürşit olduğuna, ihlasla ve rızası için bu işi yaptığına inanıyorlardı. Zaten doğrusu da bu idi.

Talebelik yapmak için Anadolu’dan çarıklarını sürüyerek gelen köylü çocukları izinli olarak veya Ramazan ayı münâsebetiyle evlerine İstanbul Beyefendisi olarak dönüyorlardı. Bunların bu giyim kuşamı, edepli halleri ve hepsinden önemlisi küçücük çocukların kürsülerden halka vaaz etmesi, bülbül gibi şakımaları milleti hayretler içinde bırakıyordu. Bu vesile ile yeni, yeni ders talebesi geldiği de oluyordu. Ders okurken baskın olur endişesi taşıyan talebelerine; “Endişeye mahal yok. Burası Dâr-ül Emân’dır. (İnnellâhe Meanâ) bizimle beraberdir. Sırrı bizde. Mahzun olmayın. (Nasırtü Birru’bi) sırrı bizde”. Diyerek talebelerin yüreklerine su serperdi. Bu teselliler talebe için son derece önemliydi. Söylenilen sözler, gerçeğin tâ kendisidir, çünkü Cenâb-ı Hakk kendisine ve Rasulüne doğru hicrete çıkana, dinine hizmet edene elbette sıkıntı ve darlık vermeyecektir. Din düşmanlarının şerrinden muhafaza edecektir.

Dini Öğretmek İçin Verdiği Mücadele ve Talebe Bulamama Sıkıntısı

Her şeyden evvel Silistreli Süleyman Efendi (K.S.), gerek tertemiz ve şerefli nesebi îtibâriyle, gerek zamanındaki geçerli ilimlerin tamamını biliyor olması ve gerekse şeriat-ı garrâ-i Muhammediye-yi harfiyyen yaşama gayreti sebebiyle, ulûm-u dîniyeyi öğretmeye tam ehil bir zâttı. İşte bu ehliyet ve dirâyet, ilmiye sınıfını yeniden diriltme ve yeşertme sevdasındaki onu ısrarlı kıldı.

Talebe okutmayı seçmişti, fakat talebe bulunmuyordu. O günkü idarenin din üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan, sinen insanlar, bırakın okuyup yazmayı, “ demekten bile korkuyorlardı. İslâm’ın 5 temel şartının bile yerine getirilemediği, hatta bir hatim, bir yağmur duası merâsiminin bile tertiplenemediği, kişinin kendi evlatlarını bile okutamadığı bir hürriyetsizlik ortamıydı. Hocalar hocalıklarını, müslümanlar müslümanlıklarını gizlemek zorundaydı. “Herkes pireler gibi saklanıyor ve ortaya çıkmıyordu”.

Süleyman Efendi ’ın dinini öğretme işinin kendisine yüklendiğini biliyordu ve bu işin mesuliyetinin ne demek olduğunu da biliyordu. Çünkü kendisi ilim tahsil etmişti ve bu öğrendiklerini başkasına öğretmesi gerekiyordu. Öğretmez ise indinde mes’ul olacağını biliyordu. Hatta kendisine niçin kendini bu kadar yıpratıyorsun diye soranlara: “Yarın hesap günü var. -ü Teâla kullarından soracak, Süleyman verdiğim ilimle ne hizmet ettin, onu sana bu kara topraklara getir de göm diye mi verdim? Derse ne cevap veririm” derdi ve bu meyan da diğer âlimleri eleştirirdi. “Zamâne âlimlerinin bu husustaki gafletleri büyüktür. Sözde vârisi Enbiyâ’yız derler. Nebilerin bıraktığı miras şeriat-ı Ahmediye’ye hizmettir. Onlar kendi evlatlarına dahi öğretmiyorlar”.

Evet onlar okutmuyorlardı. Ancak Süleyman Efendi okutmak istediği halde talebe bulamıyordu, talebe bulmakta güçlük çekiyordu. Hatta bu meyanda bazen dersiâm arkadaşlarını ziyaret eder, torunlarını okutup okutmadıklarını sorardı. Onlardan; nerede, artık böyle bir devirde nasıl okutabiliriz ki cevabını alınca çok üzülürdü. Kendisine verilmesi halinde okutabileceğini söylerdi. Ancak bu da kabul görmezdi. Talebe bulabilse her hâlükarda okutacaktı, birde talebe bulamayınca iyice kahroluyordu. Öyle anlarda gelir evindeki iki kızını okuturdu. Bunu yaparken düşüncesi; bâri onlara öğreteyim de onlarda yarın evlenince kocalarına öğretirler, çocuklarını okuturlar, hiç olmazsa kendilerini kurtarırlar fikriydi. Bazen talebe bulur, birkaç gün okuttuktan sonra onlarda kaçar giderlerdi.

Süleyman Hilmi Efendi (K.S.), o zor günleri şöyle anlatıyor:
“Okutma imkânı yoktu, fakat okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus (milletvekili) maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim, bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı, çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz, dedim. Fakat sonradan Cenab-ı Hakk sebepler halketti ve okutma imkanı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi ve şimdi yürüyor. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın bize lütfudur.”

Evet önce yaşlılar gelmişti. Süleyman Efendi bir yandan İstanbul’un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. İlmiyye sınıfının ilk tohumları şekillenirken, aynı zamanda vaazlarıyla ve husûsi sohbetleriyle, ilmiyye sınıfını maddeten ve mânen destekleyecek gönüllüler halkasını teşkil etmeye çalışıyordu. Önce yaşlılar gelmişti. Gedik paşadaki Azakzaâde apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Hacı Refik, Mehmet Efendiyle oluşan halkaya, sonra, sonra, Biletçi Hüseyin efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Hocalar dâhil oluyor. Samimiyetle, İhlasla söylenen “” lafzının etrafındaki çember gittikçe büyüyordu.

Yeni, yeni tutuşan kandillerin etrafında, yeni halkalar oluşuyordu. Topçular da, Kısıklı da, Şehzâdebaşı’nda. Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezâretler, sorgular, işkenceler, zulümler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul’da bunalttılar, Çatalca’nın Kabakça’ya, oradan Kuşkaya mağarasına...
Yine yakaladılar, Toroslar’a gitti. Toros yaylalarında çadırlarda talebe okuttu.. Yıldıramadılar, durduramadılar. “Bizim hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammed’in evlatları Cehenneme bir sel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarırsak kârdır” diyordu. Vâizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Güya maddi imkansızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi. “Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince, koşarız” buyurmuştu.
Hâlisâne niyetle yola çıkıldığı için halka yavaş, yavaş genişliyordu. Küçükte olsa, bu sevindirici manzara 1943 yıllarına tekâbül ediyordu. Süleyman Efendi, 1924 yılından bu yıllara kadar didinmiş, göz yaşları dökmüş ki; Bunların meyvesi olarak bu sevindirici tabloların ilk temelleri teessüs etmiştir.Günümüzde bu tablolar dallanıp budaklanmış, her tarafa yayılmıştır. Zaten İslam dâvası garip gelmiş garip gidecektir. Hz. Peygamber (S.A.V.)de yıllarca kendisine îman eden bulamamıştı.

Müşriklerin her an baskısı altındaydı. Az olan müslümanlar rahat bir şekilde ibâdetlerini yerine getirip İslâmi ilimleri öğrenemiyorlardı. Ama Rasulünün gece gündüz demeyen gayretleri sonucu İslam dini zamanla neşv-ü nemâ bulmuştur. Süleyman Efendinin de karşılaştığı zorluklar ve sıkıntılar sanki insana Hz Peygamberin bi’setinin ilk yıllarını andırıyor.

Yaşlı da olsa, gelen bu talebeler Süleyman Efendinin yüreğine su serpiyordu. Yeni, yeni talebe geldikçe âdeta dünya onun oluyordu. Bu denli kendini islâma, dine hizmete ve bu millete adamıştı.
1949’da resmi Kur’an kurslarının açılmasına izin veren kanunla, nizamlı, intizamlı, yerleşik olarak başlayan teşkilatlanmalar, 1950 Demokrat Parti iktidarının getirdiği nisbeten rahat ortamda, hızla inkişâf etti.
 
Üst Alt