- Katılım
- 23 Nisan 2011
- Mesajlar
- 3,344
- Tepkime puanı
- 25
Doğal Kaynaklarımız Nasıl Korunur,türkiyemizin dogasını nasıl koruyalım Doğayı Nasıl Koruruz - Doğayı Korumak İçin Neler Yapmalıyız,Kültürel Varlıklarımızı Nasıl Koruruz, kültürel varlıklar, doğal varlıklar doğal kaynaklar niçin dikkatli tüketilmelidir Doğayı nasıl koruyabiliriz
Koruma konusunda utanç verici düzeyde bulunmamızın nedenleri, mevzuat, yani yasalar, yönetmelikler ve onlara dayalı olan uygulamalar ile fonlar, yani para ve kaynak yetersizliği olarak gözüküyor.
Kaynak deyince yalnız para kaynağı değil, insan kaynağı da söz konusu. Ama mevzuat ve para olarak görülen yetersizlik, ne yazık ki çok daha temel, çok daha derin bir soruna dayalıdır.
Bu sorun, tek bir kelimeyle bilinç sorunudur.
Şimdi izninizle bazı rakamlar vererek sorunun ciddiyetini ve neden utanç verici düzeyde olduğunu belirten bir açıklama yapayım.
Kültür Bakanlığının genel bütçe içindeki payı binde 5 dolayındadır. Yani %1 bile değildir.
Koruma uygulamalarına tahsis edilen miktarın Kültür Bakanlığı Bütçesi içindeki, yani Kültür Bakanlığı bütçesine oranı %3 dolaylarındadır. %3 ile %0.5'i çarptığınız zaman yüzbinde 15, yani onbinde 1.5 gibi bir orana erişiyorsunuz.
Bir ülkenin bırakınız gayri safi milli hasılasını, bırakınız milli gelirini, sadece bütçesinin onbinde 1'i ile o ülkenin, üstelik de Türkiye gibi doğası ve tarihi ile övünen, hemen hemen bütün açık alanlarında birkaç müzeyi dolduracak bulguları olan, bir ülkenin tarihini ve doğasını nasıl korursunuz?
Hep övündüğümüz güneşimiz, denizimiz, kumumuz ve yine hep övündüğümüz bütün uygarlıkların geçiş yolu olan Anadolu'nun sahip olduğu bu çeşitli ve güzel tarihsel kalıt için onbinde 1 oranıyla ne yapabilirsiniz. Bu oran aşılmadığı sürece, bu utanç verici koruma düzeyinde kurtulmamız mümkün değildir.
Bu, işin en çarpıcı tarafıdır. Onun için konuya buradan başladım. Kamu, genel ve katma idareler bütçesinden, hem yerel yönetimler bütçesinden, hem sivil toplum örgütlerinden, hem de özel teşebbüslerden, yani ülkemizin ulusal gelirini oluşturan bütün kaynaklardan, korumaya yeterli pay aktarmamız gerekir. Bütçemiz ve hatta milli gelirimiz içindeki payımızı belki yüzde 10'lu rakamlarla ifade edilen bir seviyeye yükseltmediğimiz sürece, bu utançtan kurtulabileceğimiz kanısında değilim.
Bu durum, bir de mevzuat eksikliği, mevzuatın eskimişliği ya da yetersizliği ile birleştiği zaman, konu iyice içinden çıkılmaz oluyor.
Belki sevinebileceğimiz, güvenebileceğimiz tek bir kaynağımız var: İnsan kaynağımız. Uzman düzeyimiz ve bu uzmanların bilgi birikimi, uluslararası bakımdan çok kötü değil.
Bilinç Eksikliği ve Yağmacılık.
Bu onbinde birlik bir rakamla ülkemizin tarihini ve doğasını korumaya çalışmamızın altında ne yatıyor? Bunun altında tek kelimeyle bilinç eksikliği yatıyor.
Bilinç eksikliğini somuttan en soyuta doğru irdelediğimizde, meselenin ne kadar tuhaf olduğu bir defa daha görülecek. Nedir bilinç eksikliği, koruma bilinci eksikliği? Buradan hareket etmemiz lazım.
Koruma bilinci eksikliği nereden kaynaklanıyor? Koruma bilinci eksikliği, ülkenin, hepimizin ortak malı olan doğa ve tabiat taşınmazlarının bireyler düzeyinde algılanamamasından kaynaklanıyor.
Bu ne demek? Kamunun yararı veya çıkarı çerçevesinde sahip olunan bir değerin, bireysel olarak algılanma eksikliği demek. "Kamuyu" halk anlamında kullanıyorum, yönetim anlamında değil. Bu algılamama ne getiriyor?
Yağmacılığı getiriyor. Yani tek tek bireyler, tarihsel, kentsel ve doğal zenginliklerimiz açısından hem köylüler hem kentliler, yani nüfusumuzun her iki kesimi de, olaya kesinlikle bireysel çıkarları açısından baktıkları için, sonuç, büyük rant getirmesi nedeniyle bireysel toprak yağması biçiminde ortaya çıkıyor.
Nüfumuzun hem kırsal kesimi, hem kentsel kesimi, olaya, bireysel mülkiyet açısından ve ortak malımız olan ülkenin tarihini ve doğasını ne kadar özelleştirebilir, ne kadar özel mülkiyetine alabilirse, o kadar karlı ve o kadar başarılı olacağı inancıyla baktığı için, bu halkın yönlendirdiği bütün kurumlar da ortak malımızın, ortak güzelliklerimizin, değerlerimizin bireysel olarak yağmalanmasında aracı oluyor.
Yağmacılığın Mekanizması: Siyasal Sistem.
Yağmanın mekanizması siyasal örgütlenmede yatıyor.
Halkın temsilcileri iki yerdedir. Mahalli ve merkezi yönetimde. Yani belediyelerde ve parlamentodadır.
Dolayısı ile halktan gelen bu büyük yağmacılık baskısı ülkenin, tüm insanlığın malı olan bu güzellikleri, tarihi ve doğayı, kendi kişisel mülkiyetine geçirme arzusu, yansımasını doğrudan belediyelerde ve parlamentoda buluyor.
Bu kaçınılmaz olarak ortaya çıkan bir süreç. Hiçbir belediye başkanını veya parlamenteri kişisel olarak suçlamıyorum.
Ama şu gerçeği ifade etmekten de kendimi alamıyorum: Siyasal ve demokratik mekanizmanın işleyişi içinde menfaatlerini korumakla yükümlü olduğu kitlenin mantığıyla, bütün mahalli ve merkezi kurumlarımız, toplu değerlerimizin bireysel yağmalanmasında araç ve aracı olmaktadır.
Yine mahalli ve merkezi hükümetin aracı olarak ortada bulunan idare yani kamu yönetimi, merkezde ve yerel düzeyde bu isteklerin biçimlendirdiği baskıları uygulamada, daha keskin bir kurum olmaktadır.
Böylece yalnızca bireyler değil, bütün yönetim, tüm bakanlıklar ve belediyeler hiçbir ayrım olmaksızın kamu kurumları niteliğindeki örgütlenmeler de, kültür ve tabiat varlıklarımızı, belki bireylerin mülkiyetine değil ama, toplumun yararını zedeleyecek biçimde belli teşkilatların, örgütlenmelerin, kurumların mülkiyetine geçirmek için çaba harcamakta ve baskı yapmaktadır.
Siz, korumacı iseniz, toplumun böyle bir genel yaklaşımından, ahlak değerlerinden, siyasal anlayışından kaynaklanan bir baskıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.
Koruma Kurulları, onun bağlı olduğu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü ve onun bağlı olduğu Kültür Bakanlığı bu baskılar karşısında, eğer h>â l>â görevini yapabilme gücünü kendimde buluyorsa, toplumun gözünde adeta engelleyici, işleri durdurucu, insanların mutluluklarına ve menfaatlerine karşı çıkıcı, baskıcı, ayakları toplumdan kesik, birtakım ne idüğü belirsiz soyut ve evrensel değerler adına devleti, mahalli idareleri durduran, onların olumlu ve verimli iş yapmasını engelleyen bir kurum haline getiriliyor.
Böyle bir baskıya hiç bir kurumun uzun dönemde dayanması olanaklı değildir. Hele hele genel kamuoyuna duyarlı olan hiç bir politikacı böyle bir "yağmacı" baskı karşısında direnemez.
Sonunda, belli istisnai dönemler hariç, Kültür Bakanlığı da, Belediyeler de, korumakla yükümlü oldukları tarih ve tabiat varlıklarının yağmalanmasında etkin kurumlar haline dönüşüyor.
Bu gerçeği böyle açıkça ifade etmekte yarar vardır.
Büyük bir üzüntü ile belirteyim ki, bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin bürokrasisinde ve kamuoyunda tarihimize ve kültürümüze sahip çıkan bir avuç şövalye bilim adamından başka hiç kimse yoktur. Hiçbir örgüt te yoktur. Siyasal iktidarlar, ne yazık ki bu bir avuç korumacı hocamıza bile tahammül etmemekte, yağmayı hızlandırmak için, koruma kurullarına ya kendi memurlarını ya da yağmadan yana olan kişileri atayarak, onları görevden almaktadır.
Öte yandan çevreyi korumak amacıyla yeni kurulan bürokratik örgütler, çok doğru bir yaklaşımla bizim koruma kurullarımızın getirdiği koruma kurullarımızın getirdiği koruma standartlarını düşürecek değil, yükseltecek yetkilerle donatılmış olmasına rağmen, uygulamada gabari'den tutun, arazi kullanım yüzdelerine kadar, daima bizim koruma kurullarının getirdiği standartları düşürücü kararlar almaktadır.
Yağmayı Durdurmanın Yolu: Demokrasiyi Yeniden Yapılandırmak ve İşletmek.
Şimdi tekrar bilinç meselesine döneceğim. Bu öyle bir kısır döngü ki, tek çözüm yolu bilinçte. Hangi bilinçte? Koruma bilincinde. Koruma bilincinin bir üst bilinci nedir? Ortak değerler bilincidir. Yani, toplumun sahip olduğu tarih ve doğa, hepimizin malıdır.
Ortak değerler ve o ortak değerlerden aldığımız pay, bizim bireysel refahımızı, bireysel mutluluğumuzu, bireysel zengiliğimizi çeşitlendiren ve yücelten bir öğedir.
Bir toplumun ortak değerini, kendi kişisel mülkiyetimize geçirdiğimiz zaman, bireysel olarak zenginleşiyormuşuz gibi görünmekle birlikte, aslında herkesle birlikte fakirleşiriz.
Bir defa, bu bilincin ortaya çıkması lazım. Bu bilincin ortaya çıkması için, koruma bilincinin bir üstünde kamu yararı bilincinin ve o kamu ile özdeşleşme, bireyin o kamudan yararlanma bilincinin gelişmesi lazım. Bu bilincin de bir üst bilinci, çok ağır bir şekilde gözüküyor ki, demokrasi bilincidir.
Şimdi soruyorum: Demokrasi, ülkenin tarihini ve doğasını yağmalamanın ve ortak değerlerimizi bireysel mülkiyete geçirmenin aracı mıdır?
Dünyada hiçbir siyasal sistem, bir halkın çıkarlarını gözeten hiçbir sistem, kamunun yararını, ortak yaşamları ve ortak çıkarları, bireyin yararına yağmalatmaya izin veremez. Özellikle demokrasi veremez. Dolayısıyla en üst düzeyde bir demokrasi bilincinin, demokrasinin, ortak değerlere dayalı bir sistem olduğu bilincinin geliştirilmesi lazım.
Konuya bir de tersinden bakalım. Türkiye'de çok yetenekli mimarlarımızın, şehir plancılarımızın, restoratörlerimizin, bölge plancılarımızın, yani çok nitelikli insanların bulunduğunu biliyorum. Bu insanları, demokrasi bilincinin, ortak çıkarlar bilincinin eksik olduğu bir sistem içine, dolayısıyla ortak değerlerin egemen olmadığı, bireysel değerlerin, köşe dönme ideolojilerinin, bireysel sıçrama ideolojisinin hüküm sürdüğü, tarihin ve tabiatın korunması bilincinden yoksun bir yapıya koyduğunuz zaman, olumlu anlamda hiçbir şey yapmaları mümkün olmuyor.
Gerçekten birşeyler yapmak isteyenler de, ister istemez o düzenin, yani toplumsal değerleri ve güzellikleri birey adına yağmalatan düzenin, bir anlamda destekçisi olmak durumunda kalıyorlar.
Vermek istediğim mesaj, ne kadar değerli, ne kadar bilgili olursa olsun, tek bir bireyin, böyle bir yapı içerisinde hiçbir şeyi kurtaramayacağının veya çok küçük şeyleri kurtarabileceğinin anlaşıldığıdır. Yani çözüm önerilerinin birşeyler yapmak isteyen çabaların, demokrasinin ve toplumsal yararın anlamı üzerinde odaklaşması ve tarihin, tabiatın ortak değerler olduğunu vurgulaması gerektiğine inanıyorum.
Bu yapılmadığı takdirde, bireysel çaba bazında gerçekleştirilen bütün güzellikler, katkılar, ancak bireysel kalmak durumundadır.
Asla bireysel iţ yapılmasın demiyorum. Bilakis, küçük küçük örneklerin, toplumsal bilincin ortaya çıkmasında katkıda bulunacağını biliyorum.
Ama güzelliği yaratan insanların kendi güçlerini, bilgilerini, beyinlerini ve uygulamalarını o noktada tutarak değil, toplumun genelindeki bu bilinç sorununu çözmekte kullanmaları gerektiğine de inanıyorum.
Belki, son günlerde moda olan deyimiyle "temiz toplum" çabalarının; rüţvetin ve siyasal çürümenin önlenmesine yönelik çabaların başına, "toprak yağmasını" engelleyici önlemleri koymak gerekir diye düţünüyorum.
Tabii burada, ülkenin güvenliğini yasadışı çetelere ihale edenlerin, aynı zamanda toprak yağnasına da çanak tutanlar olduğu görüşünde olduğumu, bu nedenle de "temiz toplum" özlemleri gerçekleşmeden, toprak yağmasının da durdurulamayacağını düşündüğümü belirtmeliyim.
Planlamanın Önemi ve Kötüye Kullanımı
Şimdi toprak yağması konusunda, "temiz toplum" oluţturma konusunda bir eksiklik olarak burada bir ara aşamayı daha belirteceğim. O ara aşama da planlama aşamasıdır.
Demokrasi bilincinin ve demokrasiye dayalı ortak değerlerin ve ortak çıkarların korunması ve geliştirilmesi bilincinin aracı, siyasetteki mekanizması nasıl demokrasi ise ve bunun kurumları ülke düzeyinde parlemento, yerel düzeyde belediyelerse, korumadaki aracı da planlamadır.
Merkezi ve yerel bürokrasinin, yani belediyelerin İmar Müdürlüklerinin ve İmar İskan Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Koruma Kurulları gibi Bakanlıkların ve kurulların, demokrasi anlayışına dayalı ortak çıkarlar meselesini, tarih ve tabiatın korunmasında kullanmalarının aracı planlamadır.
Ancak planlama etkinlikleri, zorunlu olarak ülke çapında işlevsel kılındığı zaman, benim sevgili restroratörümün, dünya çapındaki değerli mimarının bütün hayatını şehir planlamaya, bölge planlamaya vermiş insanımın çabalarının bir anlamı olacaktır.
Bu planlama olayı ise, yine maalesef doğrudan bilince dayalıdır. Yani ortak çıkarların geliştirilmesi, korunması ve demokrasi, bilince dayalıdır.
Para olarak kaynak eksikliği bu bilincin yokluğunun getirdiği bir eksiklikter. Kültür Bakanlığı bütçesinin %0.5 olması, onun içindeki korumaya ayrılabilecek fonların %3 olması ve sonuçta yüz binde 15 gibi bir garip rakamın bu işe tahsis edilmesinin altında yatan öge, işte bu bilinç eksikliğidir.
Sorun, bu bilinç eksikliğine dayanan planlama yetersizliği, o planlama yetersizliğinin arkasında yatan ortak çıkarlar anlayışının gelişmemişliği, yani demokrasi anlayışımızın yanlışlığıdır.
Ayrıca büyük bir üzüntü ile belirtmeliyim ki, son yıllarda, "koruma amaçlı imar planları" bile yağmacılığın, imar talanının bir aracı olarak ortaya çıkmıştır.
Pek çok yerel yönetim, seçim vaadi olarak ortaya attığı "yeni yerleţim yerleri" üretimini, doğanın ya da tarihin korunması gereken araziler üzerinde gerçekleştirmekte, bir de bunu, "plan" maskesi altında gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Bu açıdan, yerel yönetimlerin "planlama" çalışmaları, mutlaka, merkezi yönetimin ve tercihan daha önce de "meslek odaları" uzmanlığının denetiminden geçirilmelidir.
Sonuç: Demokrasi ve Koruma Konusunda Bilinç Geliţtirilmesi ve Meslek Odallarının Denetiminin Gerçekleştirilmesi Tek Çözümdür.
Türkiye'deki kültür ve tabiat varlıklarımızın korunma uygulamalarının ve sorunlarının ardında yatan en üst düzey sorun, demokrasi sorunudur.
Onun altında yatan eksiklik ortak çıkarlar bilinci, bireysel zenginliğin ve bireysel yağmanın karşısında olması gereken bilinçtir.
Buna bağlı olarak planlama eksikliği ve onun sonuçları olarak özellikle kaynak, para ve tabii ki mevzuat meselesidir. Çünkü mevzuat bildiğiniz gibi, yasalar ve yönetmeliklerdir ve onları yapanlar da parlamento ile yerel örgütlerdir.
Bu konuda çalışma yapan herkesi, mutlaka ve mutlaka bilinç düzeyindeki kampanyada çalışma yapmaya davet ediyorum ve bunun zorunlu bir görev olduğuna inanıyorum.
Türkiye'deki her mimarın, her restoratörün, her arkeoloğun tabiatını ve tarihini seven her insanın, demokrasi konusu üzerinde ortak çıkarlar, toplum çıkarları üzerinde, buna yatırılacak fonlar üzerinde, yani Kültür Bakanlığı bütçesi üzerinde ve bunun aracı olan planlama üzerinde mutlaka ve mutlaka kamuoyu yaratması; yaşamının önemli bir faaliyet alanını, vaktini, kaynağını, meslek örgütünü buna ayırması gerektiğine inanıyorum.
Aslında yapısal çözüm, tüm koruma etkinliklerinde, gerek yerel yönetimler, gerekse merkezi yönetim düzeyinde "meslek odaları denetiminin" getirilmesidir.
Gerek planlama, gerek restorasyon gerekse koruma projelerinde, "meslek odalarının" onayı yasal bir zorunluluk haline getirilmelidir.
Bu sorun çözülmediği takdirde, biz, dünya çapındaki değerli beyinlerimizle buralarda daha çok sempozyumlar yaparız. Ağlaya ağlaya sorunlarımızı anlatır, bu salonlardan çıkarız ve hiçbir sorunu çözemeyiz.
Doğal kaynakları neden dikkatli tüketmeliyiz
Yaşamımızı sürdürmek için doğal kaynaklardan yararlanırız. Hava, su, toprak, bitki örtüsü, hayvanlar ve madenler doğal kaynaklarımızı oluşturur. Bitmeyecekmiş gibi görünen bu kaynaklar, insanların bilinçsizce davranışları sonucu hızla azalmaktadır. Görevimiz, bunları yok etmek değil, korumaktır.
Bitkiler ve hayvanlar, yaşamları için gerekli oksijeni havadan alırlar. Havanın çeşitli şekillerde kirletilmesi, bu kirliliğin yağmur suları ile yeryüzüne inerek akarsu, yer altı suları ve toprağa karışması, orada yaşayan canlıları olumsuz yönde etkiler. Onların türlerinin azalmasına veya yok olmasına neden olur. Çünkü doğadaki canlıların zenginliği, sağlıklı bir çevrenin var olmasına bağlıdır.
Su, sağlıklı bir hayatın devamı için canlıların gereksinim duyduğu en önemli doğal kaynaklardandır. Yeryüzünün yaklaşık dörtte üçünü ve canlı vücudunun önemli bir kısmını su oluşturur. İnsanlar birçok alanda (temizlik işlerinde, elektrik enerjisinin elde edilmesinde, bahçe ve tarlaların sulanmasında, deniz ulaşımında vb.) sudan yararlanır. Su, içinde yaşayan birçok canlıya da yaşama ortamı sağlar. Burada yaşayan balıkların beslenmemiz açısından önemi büyüktür.
İnsanların yıllarca deniz, göl ve akarsulara bıraktığı atık maddeler, buralarda yaşayan canlı türlerinin azalmasına, bazılarının da yok olmasına neden olmuştur. Ayrıca buna bağlı olarak birçok önemli turizm merkezi de özelliğini yitirmiştir. Örneğin, bugün yurdumuzda Haliç ve İzmit Körfezi'nin çeşitli şekillerde kirletilmesi, çevre ve orada yaşayan canlılar için önemli bir tehlike oluşturmaktadır. Sanayinin hızla gelişmesi de su kaynağının tüketimini etkilemektedir. Ancak ülkelerin kalkınmasında ve iş olanaklarının oluşturulmasında sanayi kuruluşlarına da gereksinim vardır. Burada dikkat edilmesi gereken konu, suyun tutumlu bir şekilde ve kirletilmeden kirletilmeden kullanılmasıdır.
Aynı şekilde doğal kaynaklarımızdan olan ormanların da sayılamayacak kadar yararları vardır. Bunlardan, gelecek kuşakların da yararlanmasını sağlamak için onları korumalıyız. Nüfus artışına paralel olarak giderek artan bir biçimde kullanılan bu kaynaklar korunmadığı takdirde zamanla tükenme noktasına gelir. Bu durum, doğa için bir felaket oluşturur.
Yaşamın doğal kaynağı olan toprağa bırakılan zararlı katı ve sıvı atıklar, zamanla toprağın özelliğini kaybetmesine neden olur. Verimliliğini yitiren toprak, üzerinde yaşayanları besleyemez duruma gelir. Bitki örtüsünden yoksun kalan toprak, sularla taşınarak gölleri doldurur ve oradaki canlıların yok olmasına neden olur.
Doğal kaynaklarımızdan olan yer altı zenginlikleri (madenler) de insanlar tarafından bilinçsizce tüketilmesi sayesinde her geçen gün azalmaktadır. Madenlerden; sanayi alanında, enerji elde etmede ve başka alanlarda yararlanmaktayız. Yapılan araştırmalara göre çok önemli birer enerji kaynağı olan petrol, kömür ve doğal gaz, yeni yataklar bulunmazsa, aşırı kullanılmaları nedeniyle çok kısa bir zaman sonra tükenecekleri belirtilmektedir. Bu bakımdan gerek enerji kaynaklarımızı, gerekse diğer yer altı kaynaklarımızı bilinçli kullanarak onlardan daha uzun bir süre yararlanmayı sağlamalıyız.
Şu halde yaşamımız için vazgeçilmez birer kaynak olan doğal kaynaklarımızı bilinçli kullanmak, en başta gelen görevlerimiz içerisinde olmalıdır.Günlük yaşantımızda, okulda ve evde bilinçli birer tüketici olmak durumundayız. Su, elektrik, yakıt ve besin maddelerini israfa kaçmadan gerektiği kadar kullanmalıyız.
Koruma konusunda utanç verici düzeyde bulunmamızın nedenleri, mevzuat, yani yasalar, yönetmelikler ve onlara dayalı olan uygulamalar ile fonlar, yani para ve kaynak yetersizliği olarak gözüküyor.
Kaynak deyince yalnız para kaynağı değil, insan kaynağı da söz konusu. Ama mevzuat ve para olarak görülen yetersizlik, ne yazık ki çok daha temel, çok daha derin bir soruna dayalıdır.
Bu sorun, tek bir kelimeyle bilinç sorunudur.
Şimdi izninizle bazı rakamlar vererek sorunun ciddiyetini ve neden utanç verici düzeyde olduğunu belirten bir açıklama yapayım.
Kültür Bakanlığının genel bütçe içindeki payı binde 5 dolayındadır. Yani %1 bile değildir.
Koruma uygulamalarına tahsis edilen miktarın Kültür Bakanlığı Bütçesi içindeki, yani Kültür Bakanlığı bütçesine oranı %3 dolaylarındadır. %3 ile %0.5'i çarptığınız zaman yüzbinde 15, yani onbinde 1.5 gibi bir orana erişiyorsunuz.
Bir ülkenin bırakınız gayri safi milli hasılasını, bırakınız milli gelirini, sadece bütçesinin onbinde 1'i ile o ülkenin, üstelik de Türkiye gibi doğası ve tarihi ile övünen, hemen hemen bütün açık alanlarında birkaç müzeyi dolduracak bulguları olan, bir ülkenin tarihini ve doğasını nasıl korursunuz?
Hep övündüğümüz güneşimiz, denizimiz, kumumuz ve yine hep övündüğümüz bütün uygarlıkların geçiş yolu olan Anadolu'nun sahip olduğu bu çeşitli ve güzel tarihsel kalıt için onbinde 1 oranıyla ne yapabilirsiniz. Bu oran aşılmadığı sürece, bu utanç verici koruma düzeyinde kurtulmamız mümkün değildir.
Bu, işin en çarpıcı tarafıdır. Onun için konuya buradan başladım. Kamu, genel ve katma idareler bütçesinden, hem yerel yönetimler bütçesinden, hem sivil toplum örgütlerinden, hem de özel teşebbüslerden, yani ülkemizin ulusal gelirini oluşturan bütün kaynaklardan, korumaya yeterli pay aktarmamız gerekir. Bütçemiz ve hatta milli gelirimiz içindeki payımızı belki yüzde 10'lu rakamlarla ifade edilen bir seviyeye yükseltmediğimiz sürece, bu utançtan kurtulabileceğimiz kanısında değilim.

Bu durum, bir de mevzuat eksikliği, mevzuatın eskimişliği ya da yetersizliği ile birleştiği zaman, konu iyice içinden çıkılmaz oluyor.
Belki sevinebileceğimiz, güvenebileceğimiz tek bir kaynağımız var: İnsan kaynağımız. Uzman düzeyimiz ve bu uzmanların bilgi birikimi, uluslararası bakımdan çok kötü değil.
Bilinç Eksikliği ve Yağmacılık.
Bu onbinde birlik bir rakamla ülkemizin tarihini ve doğasını korumaya çalışmamızın altında ne yatıyor? Bunun altında tek kelimeyle bilinç eksikliği yatıyor.
Bilinç eksikliğini somuttan en soyuta doğru irdelediğimizde, meselenin ne kadar tuhaf olduğu bir defa daha görülecek. Nedir bilinç eksikliği, koruma bilinci eksikliği? Buradan hareket etmemiz lazım.
Koruma bilinci eksikliği nereden kaynaklanıyor? Koruma bilinci eksikliği, ülkenin, hepimizin ortak malı olan doğa ve tabiat taşınmazlarının bireyler düzeyinde algılanamamasından kaynaklanıyor.
Bu ne demek? Kamunun yararı veya çıkarı çerçevesinde sahip olunan bir değerin, bireysel olarak algılanma eksikliği demek. "Kamuyu" halk anlamında kullanıyorum, yönetim anlamında değil. Bu algılamama ne getiriyor?
Yağmacılığı getiriyor. Yani tek tek bireyler, tarihsel, kentsel ve doğal zenginliklerimiz açısından hem köylüler hem kentliler, yani nüfusumuzun her iki kesimi de, olaya kesinlikle bireysel çıkarları açısından baktıkları için, sonuç, büyük rant getirmesi nedeniyle bireysel toprak yağması biçiminde ortaya çıkıyor.
Nüfumuzun hem kırsal kesimi, hem kentsel kesimi, olaya, bireysel mülkiyet açısından ve ortak malımız olan ülkenin tarihini ve doğasını ne kadar özelleştirebilir, ne kadar özel mülkiyetine alabilirse, o kadar karlı ve o kadar başarılı olacağı inancıyla baktığı için, bu halkın yönlendirdiği bütün kurumlar da ortak malımızın, ortak güzelliklerimizin, değerlerimizin bireysel olarak yağmalanmasında aracı oluyor.
Yağmacılığın Mekanizması: Siyasal Sistem.
Yağmanın mekanizması siyasal örgütlenmede yatıyor.
Halkın temsilcileri iki yerdedir. Mahalli ve merkezi yönetimde. Yani belediyelerde ve parlamentodadır.
Dolayısı ile halktan gelen bu büyük yağmacılık baskısı ülkenin, tüm insanlığın malı olan bu güzellikleri, tarihi ve doğayı, kendi kişisel mülkiyetine geçirme arzusu, yansımasını doğrudan belediyelerde ve parlamentoda buluyor.
Bu kaçınılmaz olarak ortaya çıkan bir süreç. Hiçbir belediye başkanını veya parlamenteri kişisel olarak suçlamıyorum.
Ama şu gerçeği ifade etmekten de kendimi alamıyorum: Siyasal ve demokratik mekanizmanın işleyişi içinde menfaatlerini korumakla yükümlü olduğu kitlenin mantığıyla, bütün mahalli ve merkezi kurumlarımız, toplu değerlerimizin bireysel yağmalanmasında araç ve aracı olmaktadır.
Yine mahalli ve merkezi hükümetin aracı olarak ortada bulunan idare yani kamu yönetimi, merkezde ve yerel düzeyde bu isteklerin biçimlendirdiği baskıları uygulamada, daha keskin bir kurum olmaktadır.
Böylece yalnızca bireyler değil, bütün yönetim, tüm bakanlıklar ve belediyeler hiçbir ayrım olmaksızın kamu kurumları niteliğindeki örgütlenmeler de, kültür ve tabiat varlıklarımızı, belki bireylerin mülkiyetine değil ama, toplumun yararını zedeleyecek biçimde belli teşkilatların, örgütlenmelerin, kurumların mülkiyetine geçirmek için çaba harcamakta ve baskı yapmaktadır.
Siz, korumacı iseniz, toplumun böyle bir genel yaklaşımından, ahlak değerlerinden, siyasal anlayışından kaynaklanan bir baskıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.
Koruma Kurulları, onun bağlı olduğu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü ve onun bağlı olduğu Kültür Bakanlığı bu baskılar karşısında, eğer h>â l>â görevini yapabilme gücünü kendimde buluyorsa, toplumun gözünde adeta engelleyici, işleri durdurucu, insanların mutluluklarına ve menfaatlerine karşı çıkıcı, baskıcı, ayakları toplumdan kesik, birtakım ne idüğü belirsiz soyut ve evrensel değerler adına devleti, mahalli idareleri durduran, onların olumlu ve verimli iş yapmasını engelleyen bir kurum haline getiriliyor.
Böyle bir baskıya hiç bir kurumun uzun dönemde dayanması olanaklı değildir. Hele hele genel kamuoyuna duyarlı olan hiç bir politikacı böyle bir "yağmacı" baskı karşısında direnemez.
Sonunda, belli istisnai dönemler hariç, Kültür Bakanlığı da, Belediyeler de, korumakla yükümlü oldukları tarih ve tabiat varlıklarının yağmalanmasında etkin kurumlar haline dönüşüyor.
Bu gerçeği böyle açıkça ifade etmekte yarar vardır.
Büyük bir üzüntü ile belirteyim ki, bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin bürokrasisinde ve kamuoyunda tarihimize ve kültürümüze sahip çıkan bir avuç şövalye bilim adamından başka hiç kimse yoktur. Hiçbir örgüt te yoktur. Siyasal iktidarlar, ne yazık ki bu bir avuç korumacı hocamıza bile tahammül etmemekte, yağmayı hızlandırmak için, koruma kurullarına ya kendi memurlarını ya da yağmadan yana olan kişileri atayarak, onları görevden almaktadır.
Öte yandan çevreyi korumak amacıyla yeni kurulan bürokratik örgütler, çok doğru bir yaklaşımla bizim koruma kurullarımızın getirdiği koruma kurullarımızın getirdiği koruma standartlarını düşürecek değil, yükseltecek yetkilerle donatılmış olmasına rağmen, uygulamada gabari'den tutun, arazi kullanım yüzdelerine kadar, daima bizim koruma kurullarının getirdiği standartları düşürücü kararlar almaktadır.
Yağmayı Durdurmanın Yolu: Demokrasiyi Yeniden Yapılandırmak ve İşletmek.
Şimdi tekrar bilinç meselesine döneceğim. Bu öyle bir kısır döngü ki, tek çözüm yolu bilinçte. Hangi bilinçte? Koruma bilincinde. Koruma bilincinin bir üst bilinci nedir? Ortak değerler bilincidir. Yani, toplumun sahip olduğu tarih ve doğa, hepimizin malıdır.
Ortak değerler ve o ortak değerlerden aldığımız pay, bizim bireysel refahımızı, bireysel mutluluğumuzu, bireysel zengiliğimizi çeşitlendiren ve yücelten bir öğedir.
Bir toplumun ortak değerini, kendi kişisel mülkiyetimize geçirdiğimiz zaman, bireysel olarak zenginleşiyormuşuz gibi görünmekle birlikte, aslında herkesle birlikte fakirleşiriz.
Bir defa, bu bilincin ortaya çıkması lazım. Bu bilincin ortaya çıkması için, koruma bilincinin bir üstünde kamu yararı bilincinin ve o kamu ile özdeşleşme, bireyin o kamudan yararlanma bilincinin gelişmesi lazım. Bu bilincin de bir üst bilinci, çok ağır bir şekilde gözüküyor ki, demokrasi bilincidir.
Şimdi soruyorum: Demokrasi, ülkenin tarihini ve doğasını yağmalamanın ve ortak değerlerimizi bireysel mülkiyete geçirmenin aracı mıdır?
Dünyada hiçbir siyasal sistem, bir halkın çıkarlarını gözeten hiçbir sistem, kamunun yararını, ortak yaşamları ve ortak çıkarları, bireyin yararına yağmalatmaya izin veremez. Özellikle demokrasi veremez. Dolayısıyla en üst düzeyde bir demokrasi bilincinin, demokrasinin, ortak değerlere dayalı bir sistem olduğu bilincinin geliştirilmesi lazım.
Konuya bir de tersinden bakalım. Türkiye'de çok yetenekli mimarlarımızın, şehir plancılarımızın, restoratörlerimizin, bölge plancılarımızın, yani çok nitelikli insanların bulunduğunu biliyorum. Bu insanları, demokrasi bilincinin, ortak çıkarlar bilincinin eksik olduğu bir sistem içine, dolayısıyla ortak değerlerin egemen olmadığı, bireysel değerlerin, köşe dönme ideolojilerinin, bireysel sıçrama ideolojisinin hüküm sürdüğü, tarihin ve tabiatın korunması bilincinden yoksun bir yapıya koyduğunuz zaman, olumlu anlamda hiçbir şey yapmaları mümkün olmuyor.
Gerçekten birşeyler yapmak isteyenler de, ister istemez o düzenin, yani toplumsal değerleri ve güzellikleri birey adına yağmalatan düzenin, bir anlamda destekçisi olmak durumunda kalıyorlar.
Vermek istediğim mesaj, ne kadar değerli, ne kadar bilgili olursa olsun, tek bir bireyin, böyle bir yapı içerisinde hiçbir şeyi kurtaramayacağının veya çok küçük şeyleri kurtarabileceğinin anlaşıldığıdır. Yani çözüm önerilerinin birşeyler yapmak isteyen çabaların, demokrasinin ve toplumsal yararın anlamı üzerinde odaklaşması ve tarihin, tabiatın ortak değerler olduğunu vurgulaması gerektiğine inanıyorum.
Bu yapılmadığı takdirde, bireysel çaba bazında gerçekleştirilen bütün güzellikler, katkılar, ancak bireysel kalmak durumundadır.
Asla bireysel iţ yapılmasın demiyorum. Bilakis, küçük küçük örneklerin, toplumsal bilincin ortaya çıkmasında katkıda bulunacağını biliyorum.
Ama güzelliği yaratan insanların kendi güçlerini, bilgilerini, beyinlerini ve uygulamalarını o noktada tutarak değil, toplumun genelindeki bu bilinç sorununu çözmekte kullanmaları gerektiğine de inanıyorum.
Belki, son günlerde moda olan deyimiyle "temiz toplum" çabalarının; rüţvetin ve siyasal çürümenin önlenmesine yönelik çabaların başına, "toprak yağmasını" engelleyici önlemleri koymak gerekir diye düţünüyorum.
Tabii burada, ülkenin güvenliğini yasadışı çetelere ihale edenlerin, aynı zamanda toprak yağnasına da çanak tutanlar olduğu görüşünde olduğumu, bu nedenle de "temiz toplum" özlemleri gerçekleşmeden, toprak yağmasının da durdurulamayacağını düşündüğümü belirtmeliyim.
Planlamanın Önemi ve Kötüye Kullanımı
Şimdi toprak yağması konusunda, "temiz toplum" oluţturma konusunda bir eksiklik olarak burada bir ara aşamayı daha belirteceğim. O ara aşama da planlama aşamasıdır.
Demokrasi bilincinin ve demokrasiye dayalı ortak değerlerin ve ortak çıkarların korunması ve geliştirilmesi bilincinin aracı, siyasetteki mekanizması nasıl demokrasi ise ve bunun kurumları ülke düzeyinde parlemento, yerel düzeyde belediyelerse, korumadaki aracı da planlamadır.
Merkezi ve yerel bürokrasinin, yani belediyelerin İmar Müdürlüklerinin ve İmar İskan Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Koruma Kurulları gibi Bakanlıkların ve kurulların, demokrasi anlayışına dayalı ortak çıkarlar meselesini, tarih ve tabiatın korunmasında kullanmalarının aracı planlamadır.
Ancak planlama etkinlikleri, zorunlu olarak ülke çapında işlevsel kılındığı zaman, benim sevgili restroratörümün, dünya çapındaki değerli mimarının bütün hayatını şehir planlamaya, bölge planlamaya vermiş insanımın çabalarının bir anlamı olacaktır.
Bu planlama olayı ise, yine maalesef doğrudan bilince dayalıdır. Yani ortak çıkarların geliştirilmesi, korunması ve demokrasi, bilince dayalıdır.
Para olarak kaynak eksikliği bu bilincin yokluğunun getirdiği bir eksiklikter. Kültür Bakanlığı bütçesinin %0.5 olması, onun içindeki korumaya ayrılabilecek fonların %3 olması ve sonuçta yüz binde 15 gibi bir garip rakamın bu işe tahsis edilmesinin altında yatan öge, işte bu bilinç eksikliğidir.
Sorun, bu bilinç eksikliğine dayanan planlama yetersizliği, o planlama yetersizliğinin arkasında yatan ortak çıkarlar anlayışının gelişmemişliği, yani demokrasi anlayışımızın yanlışlığıdır.
Ayrıca büyük bir üzüntü ile belirtmeliyim ki, son yıllarda, "koruma amaçlı imar planları" bile yağmacılığın, imar talanının bir aracı olarak ortaya çıkmıştır.
Pek çok yerel yönetim, seçim vaadi olarak ortaya attığı "yeni yerleţim yerleri" üretimini, doğanın ya da tarihin korunması gereken araziler üzerinde gerçekleştirmekte, bir de bunu, "plan" maskesi altında gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Bu açıdan, yerel yönetimlerin "planlama" çalışmaları, mutlaka, merkezi yönetimin ve tercihan daha önce de "meslek odaları" uzmanlığının denetiminden geçirilmelidir.
Sonuç: Demokrasi ve Koruma Konusunda Bilinç Geliţtirilmesi ve Meslek Odallarının Denetiminin Gerçekleştirilmesi Tek Çözümdür.
Türkiye'deki kültür ve tabiat varlıklarımızın korunma uygulamalarının ve sorunlarının ardında yatan en üst düzey sorun, demokrasi sorunudur.
Onun altında yatan eksiklik ortak çıkarlar bilinci, bireysel zenginliğin ve bireysel yağmanın karşısında olması gereken bilinçtir.
Buna bağlı olarak planlama eksikliği ve onun sonuçları olarak özellikle kaynak, para ve tabii ki mevzuat meselesidir. Çünkü mevzuat bildiğiniz gibi, yasalar ve yönetmeliklerdir ve onları yapanlar da parlamento ile yerel örgütlerdir.
Bu konuda çalışma yapan herkesi, mutlaka ve mutlaka bilinç düzeyindeki kampanyada çalışma yapmaya davet ediyorum ve bunun zorunlu bir görev olduğuna inanıyorum.
Türkiye'deki her mimarın, her restoratörün, her arkeoloğun tabiatını ve tarihini seven her insanın, demokrasi konusu üzerinde ortak çıkarlar, toplum çıkarları üzerinde, buna yatırılacak fonlar üzerinde, yani Kültür Bakanlığı bütçesi üzerinde ve bunun aracı olan planlama üzerinde mutlaka ve mutlaka kamuoyu yaratması; yaşamının önemli bir faaliyet alanını, vaktini, kaynağını, meslek örgütünü buna ayırması gerektiğine inanıyorum.
Aslında yapısal çözüm, tüm koruma etkinliklerinde, gerek yerel yönetimler, gerekse merkezi yönetim düzeyinde "meslek odaları denetiminin" getirilmesidir.
Gerek planlama, gerek restorasyon gerekse koruma projelerinde, "meslek odalarının" onayı yasal bir zorunluluk haline getirilmelidir.
Bu sorun çözülmediği takdirde, biz, dünya çapındaki değerli beyinlerimizle buralarda daha çok sempozyumlar yaparız. Ağlaya ağlaya sorunlarımızı anlatır, bu salonlardan çıkarız ve hiçbir sorunu çözemeyiz.
Doğal kaynakları neden dikkatli tüketmeliyiz
Yaşamımızı sürdürmek için doğal kaynaklardan yararlanırız. Hava, su, toprak, bitki örtüsü, hayvanlar ve madenler doğal kaynaklarımızı oluşturur. Bitmeyecekmiş gibi görünen bu kaynaklar, insanların bilinçsizce davranışları sonucu hızla azalmaktadır. Görevimiz, bunları yok etmek değil, korumaktır.
Bitkiler ve hayvanlar, yaşamları için gerekli oksijeni havadan alırlar. Havanın çeşitli şekillerde kirletilmesi, bu kirliliğin yağmur suları ile yeryüzüne inerek akarsu, yer altı suları ve toprağa karışması, orada yaşayan canlıları olumsuz yönde etkiler. Onların türlerinin azalmasına veya yok olmasına neden olur. Çünkü doğadaki canlıların zenginliği, sağlıklı bir çevrenin var olmasına bağlıdır.
Su, sağlıklı bir hayatın devamı için canlıların gereksinim duyduğu en önemli doğal kaynaklardandır. Yeryüzünün yaklaşık dörtte üçünü ve canlı vücudunun önemli bir kısmını su oluşturur. İnsanlar birçok alanda (temizlik işlerinde, elektrik enerjisinin elde edilmesinde, bahçe ve tarlaların sulanmasında, deniz ulaşımında vb.) sudan yararlanır. Su, içinde yaşayan birçok canlıya da yaşama ortamı sağlar. Burada yaşayan balıkların beslenmemiz açısından önemi büyüktür.
İnsanların yıllarca deniz, göl ve akarsulara bıraktığı atık maddeler, buralarda yaşayan canlı türlerinin azalmasına, bazılarının da yok olmasına neden olmuştur. Ayrıca buna bağlı olarak birçok önemli turizm merkezi de özelliğini yitirmiştir. Örneğin, bugün yurdumuzda Haliç ve İzmit Körfezi'nin çeşitli şekillerde kirletilmesi, çevre ve orada yaşayan canlılar için önemli bir tehlike oluşturmaktadır. Sanayinin hızla gelişmesi de su kaynağının tüketimini etkilemektedir. Ancak ülkelerin kalkınmasında ve iş olanaklarının oluşturulmasında sanayi kuruluşlarına da gereksinim vardır. Burada dikkat edilmesi gereken konu, suyun tutumlu bir şekilde ve kirletilmeden kirletilmeden kullanılmasıdır.
Aynı şekilde doğal kaynaklarımızdan olan ormanların da sayılamayacak kadar yararları vardır. Bunlardan, gelecek kuşakların da yararlanmasını sağlamak için onları korumalıyız. Nüfus artışına paralel olarak giderek artan bir biçimde kullanılan bu kaynaklar korunmadığı takdirde zamanla tükenme noktasına gelir. Bu durum, doğa için bir felaket oluşturur.
Yaşamın doğal kaynağı olan toprağa bırakılan zararlı katı ve sıvı atıklar, zamanla toprağın özelliğini kaybetmesine neden olur. Verimliliğini yitiren toprak, üzerinde yaşayanları besleyemez duruma gelir. Bitki örtüsünden yoksun kalan toprak, sularla taşınarak gölleri doldurur ve oradaki canlıların yok olmasına neden olur.
Doğal kaynaklarımızdan olan yer altı zenginlikleri (madenler) de insanlar tarafından bilinçsizce tüketilmesi sayesinde her geçen gün azalmaktadır. Madenlerden; sanayi alanında, enerji elde etmede ve başka alanlarda yararlanmaktayız. Yapılan araştırmalara göre çok önemli birer enerji kaynağı olan petrol, kömür ve doğal gaz, yeni yataklar bulunmazsa, aşırı kullanılmaları nedeniyle çok kısa bir zaman sonra tükenecekleri belirtilmektedir. Bu bakımdan gerek enerji kaynaklarımızı, gerekse diğer yer altı kaynaklarımızı bilinçli kullanarak onlardan daha uzun bir süre yararlanmayı sağlamalıyız.
Şu halde yaşamımız için vazgeçilmez birer kaynak olan doğal kaynaklarımızı bilinçli kullanmak, en başta gelen görevlerimiz içerisinde olmalıdır.Günlük yaşantımızda, okulda ve evde bilinçli birer tüketici olmak durumundayız. Su, elektrik, yakıt ve besin maddelerini israfa kaçmadan gerektiği kadar kullanmalıyız.