Kelâm

ömr-ü diyar

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
23 Nisan 2011
Mesajlar
3,345
Tepkime puanı
25
Konuşma. Allah'ın Sübuti sıfatlarından. Allah'ta bulunması zorunlu olan konuşma niteliğini belirtir. Allah bu sıfatı ile peygamberler aracılığıyla emir ve yasaklar koyar, haberler verir. Ancak konuşmasının mahiyeti bilinemez.

Kur'an'da Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır. "Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'i onunla konuşunca... " (el-A'raf, 7/143), "De ki: "Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz: tükenir" (el-Kehf, 18/109), "Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanma al ki, Allah'ın sözünü işitsin... " (el- Tevbe, 9/6) ve "Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir." (el-Bakara, 2/ 174) bu âyetlerden yalnızca birkaçıdır.

Kelamcılara göre Allah'ın Kelam sıfatı ile nitelenmesinin zorunlu olduğu akıl yürütme yoluyla da kanıtlanabilir Kelam bir olgunluk, kemal niteliğidir. Bu nedenle Allah'ın Kelâm sıfatı ile nitelenmesi zorunludur. Allah bunun tersi olan konuşmama ve dilsizlik niteliğinden münezzehtir. Diri olan varlık konuşma niteliğine sahip değilse, konuşmama ve dilsizlik gibi afetlerle nitelenmesi gerekir. Oysa Allah tüm eksiklik ve kusurlardan uzaktır. Tüm peygamberler Allah'ın kelâmını insanlara aktarmış, O'nun emir ve yasaklarını, haberlerini bildirmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerden mütevatir olarak gelmiştir. Peygamberlerin elçilik görevi de ancak Allah'ın kelam sıfatı ile mümkündür. Allah'ın konuşma niteliğine sahip olmaması durumunda risalet görevinden de söz edilemez. peygamberlerin varlığı ve bildirdikleri Allah kelamı Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunun kanıtıdır.

Allah, peygamberlerle konuşur. Ancak bu konuşma iki insanın karşılıklı konuşmalarına benzetilemez. Bu konuşmanın biçimi Kur'an'da şöyle belirtilir: "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (ilham yoluyla, kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak), yahut perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder" (eş-şûrâ, 42/51). Allah'ın "perde arkasından" konuşması, Hz. Musa (a.s) ile olduğu gibi bir ağaç ya da benzeri bir nesne aracılığı ile konuşmasıdır. Bir elçi göndermesi de kelâmını bir melek (Cebrail) vasıtasıyla vahyetmesidir.

Kelamullah ve Kelam-ı Kadim deyimleri Kur'an'ı dile getirir. Allah'ın mütekellim (konuşan) ve Kur'an'ın da Allah'ın kelamı olduğunda tüm İslam mezhepleri görüş birliği içindedirler. Ancak Kur'an'ın Kelam sıfatı gibi kadim (ezeli) mi, yoksa mahluk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mı olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş'ariye ile Mâturidiyye tarafından savunuldu.

Selef'e göre Kur'an Allah'ın kelâmıdır ve mahluk değildir. Allah'la kaimdir ve O'ndan ayrı değildir. Kur'an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından oluşur. Allah harflerle konuşur, harfler de mahluk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili yaratılmıştır, Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur'an mahluk değildir, Allah ile kaimdir. Allah'ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan anlamın hikayesi değil, ibaresidir.

Selef'in benimsediği anlayışın tam karşısında Mutezile'nin görüşleri yer alır. Mu'tezile'ye göre Kur'an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahluktur. Allah'ın konuşması, mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail'de, peygamberlerde, Levh-i Mâhfuz'da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur'an'ın kadim (ezeli) olması, Allah'ın zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer.

Eş'ari ve Maturidi kelamcılar Selef ile Mutezile arasında bir yol izlediler. Bunlar kelamı "nefsi" ve "lafzi" olmak üzere ikiye ayırdılar. Nefsi kelam (kelam-ı nefsi), Allah'ın zatı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezeli bir sıfattır. Lafzi kelâm (kelâm-ı lafzî) ise nefsi kelâma delalet eden ses ve harflerden oluşan Kur'an'ın lafzıdır. Bu lafzî kelam hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşıdığı için ezeli değildir, mahluktur. Eş'arî ve Maturidîler nefsi kelâmın işitilip işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş'arîlere göre nefsi kelam işitilebilir. Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsi kelamın işitilemeyeceğini savunurlar.

Ahmed ÖZALP
 

nasuhl

Yeni Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
11 Aralık 2015
Mesajlar
5
Tepkime puanı
0
Kelâmın bazısıyla sevap kazanılır; tesbih (Subhanallah), tahmid (Elhamdülillah) ve tekbir (Allahu Ekber) gibi. Ve Nebi (Aleyhisselâm)’a salavat-ı şerife, Kur’an tilaveti, hadis-i şerifler ve fıkıh ilmi gibi. Nitekim Hak Subhânehu ve Teâlâ Hazretleri’nin:


... وَالذَّاكِرِ ينَ اللّٰهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ اَعَدَّ اللّٰهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظِيمًا ۩
“… Allah-u Teâlâ'yı çokça zikreden erkekler ve zikreyleyen kadınlar (var ya), onlar için Allah Teâlâ bir mağfiret ve pek büyük bir mükâfaat hazırlamıştır.”


Kelamın bazısıyla da günah kazanılır. Bu konuda hadis-i şerifler çoktur. Günah meclisinde bulunan bir kimse, kendisi de o günahı işlediği halde, tesbih ile kelam eylese, bu kelam kendisiyle alay edilmeyi ve muhalefeti gerektirir. Ve vaki olur ki, o tesbih ile günahkâr olunur.

Eğer o tesbih, ibret için ve günahkârların fiillerini inkâr için olursa, müstehabtır.

Ve buna benzerdir ki, bir kimsenin pazarda tesbih ve tahmid eylemesi (Subhanallah ve Elhamdülillah demesi), pazarın dışında yalnız tesbihinden efdaldir.

Nitekim Nebi (Aleyhisselam):

ذَاكِرُ اللّٰهِ فِى الْغَافِلِينَ كَالْمُجَاهِدِ فِى سَبِيلِ اللّٰهِ
“Gafiller içinde Allah’ı zikreden, Allah yolunda cihad eden gibidir”buyurmuştur.

Yani; gafiller içinde Allah (Celle Celâluhu)’yu zikretmek, Allah (Celle Celâluhu) yolunda cihad etmek gibidir.

Tüccar taifesi, ticaret malını açtığında, “La ilahe illallah” yahut “Subhanallah” yahut “Allahumme Salli Ala Muhammed” dese, günahkâr olur. Zira o, bu kelam ile para kazanır. Ama gazi, savaş anında ve âlim ilim meclisinde tekbir getirse, ecir almışlardır. Zira onların maksatları, ta’zim ve dinin alametlerini açığa çıkarmaktır.

Nebi (Aleyhisselam)’dan rivayet olundu ki, kıraat mahallinde sesi yükseltmeyi mekruh görmüşlerdir. Ve cenazenin yanında, harpte ve vaaz meclisinde sesi yükseltmeyi mekruh görmüşlerdir.

İmam-ı Âzam kabrin yanında Kur’an okumayı kerih görmüştür. İmam-ı Muhammed kabrin yanında Kur’an okumayı caiz görmüştür. Fetva da buna göredir. Zira kabir üzerine Ayete-l’Kürsi ve İhlas-ı Şerif ve Fatiha-i Şerife okumakta nice eserler varid olmuştur.

Bazı kelamın da, ne ecir ne de sevabı vardır; kalk-otur,
yedim-içtim gibi. Bu kelam, ne ibadettir ve ne de günahtır. Melekler (Kirâmen Kâtibîn) ancak sevap ve günah olan kelimeleri yazarlar.

Bazıları da “söylenen sözü yazarlar, lakin cezası olmayan dünyada yok olur, cezası olan baki kalır” buyurdular.

Bazı kelamlar vardır ki, kişi günahkâr olur: yalan, gıybet, söz taşıma, sövme gibi. Bunların tamamı, akıl ve nakil ile haramdır.
Temelluk (yaltaklanma, yağcılık) dahi haramdır. Ve temelluk, âdetten ziyade tevazu ve kendini zelil kılmaktır.

Beyit:
“Tevazu övülmüş, tezellül (kendini zelil kılmak) ise zemmolunmuştur”

Ve Nebi (Aleyhisselam):

لَيْسَ مِنْ اَخْلَاقِ الْمُؤْمِنِ التَّمَلُّقُ اِلاَّ الْمُتَعَلِّمَ
لِاُسْتَاذِهِ وَالْوَلَدَ لِوَالِدِهِ وَالْعَبْدَ لِمَوْلَاهُ
“Yağcılık mü’minin ahlakından değildir, ancak talebenin üstadına, çocuğun ana-babasına, kölenin de efendisine (yağcılığı) müstesna”buyurmuşlardır.​


Yalan, aklen ve naklen haramdır. Ancak savaşta düşmanı aldatmak için yalan söylemek haram değildir. Ve dahi iki insanın arasını düzeltmede ve bir kimsenin karı-koca arasını düzeltmesinde, zalimin zulmünü def’etmekte yalan haram değildir. Zira halis niyeti, ıslah içindir.

Ta’riz ile (üstü kapalı) yalan söylemek mekruhtur. Ancak bir hâcet için olursa mekruh olmaz. Ta’riz, tasrihin (açık söz söylemenin) zıddıdır. Sözü örtülü söylemektir.

Mesela, bir kimseye “gel bizimle yemek ye” desen, o “yemek yedim” diye yalan söylese, bundan muradı bir hâcete binâen, “dün yemek yedim” demekse, mekruh değildir.

İnsanlara söz ve hareketleriyle zulmeden kimse için söylenen söz gıybet değildir. O zalim için hâkime varıp, zulmünü bildirmek günah değildir, belki sevaptır. Nehy-i ani-l’münker (kötülüğü engelleme) babındandır ve gıybet değildir. Yalnız bilinmesi içindir.

Bu takdirce, köy halkı hakkında konuşmak gıybet değildir. Zira bundan kastedilen meçhuldür. Boşa konuşulan söz gibi olmuş olur. Durer’de bildirilmiştir ki, bir müslüman kardeşinin kötülüğünü, dikkat edilsin diye söylemek gıybet değildir. Gıybet, gazaplı bir şekilde söyleyip, kötülemektir.

[Ömer Işıktekin, Dini Muhafaza Etmede Fıkhın Önemi - Muhibbu-l'Fıkh: s.8]​
 
Üst Alt