- Katılım
- 22 Şubat 2011
- Mesajlar
- 9,107
- Tepkime puanı
- 81
nübüvvetin tahkiki işarat-ül i'caz
Nübüvvet Hakkında
Nübüvvet Hakkında
وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ *
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
Gayet kısa bir meali: Yani "Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur'anda bir şüpheniz varsa, Kur'anın mislinden bir sûre yapınız; hem de Allah'tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sâdık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur'anın mislinden bir sure getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde, zaten getiremezsiniz ya, öyle bir ateşten sakınınız ki; odunu, insanlar ile taşlardır."
Mukaddeme
Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi, Kur'an-ı Kerim'in takib ettiği esas maksad dörttür. Birinci maksadı olan "Tevhid", evvelki âyetle beyan edilmiştir. Bu âyetle de, ikinci maksad olan "Nübüvvet" beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu âyet Nübüvvet-i Muhammediye'nin (A.S.M.) isbatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka hakkında değildir. Halbuki maksad, mutlak nübüvvettir. Fakat küllî, cüz'îde dâhildir. Cüz'înin isbatıyla küllî de isbat edilmiş olur. Bu âyet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nübüvvetini, en büyük mu'cizesi olan i'caz-ı Kur'andan bahisle isbat ediyor. O Zâtin (A.S.M.) nübüvvetine dair delâil, başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada yalnız bir kısmını hülâsaten ''Altı Mes'ele'' zımnında beyan edeceğiz:
Birinci Mes'ele: Enbiya-i sâlifînde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında -yalnız zaman ve mekânın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla- yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'da daha ekmel, daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh nübüvvet mertebesine nâil olanların heyet-i mecmuası, mu'cizeleriyle vesair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile, nev'-i beşerin sinni kemale geldiğinde Üstad-ül Beşer ünvanını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sıdk-ı nübüvvetine ilân-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (A.S.M.) bütün mu'cizeleriyle Sâni'in vücud ve vahdetini, nurlu bir bürhan olarak âleme ilân etmiştir.
İkinci Mes'ele: O Zâtin (A.S.M.) evvel ve âhir bütün ahval ve harekâtı nazar-ı dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulâde değilse de onun sıdkına delâlet eder. Ezcümle: ''Gar'' mes'elesinde, Ebu Bekir-is Sıddık ile beraber halâs ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda, لاَ تَخَفْ اِنَّ اللّهَ مَعَنَا "Korkma, Allah bizimle beraberdir" diye Ebu Bekir-is Sıddık'a verdiği teselli ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddüdsüz gösterdiği vaziyet; elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Hâlıkina itimad ettiğine güneş gibi bir bürhandır. Kezalik saadet-i dâreyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar ettiği kavaidin, hakikatla muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün âlemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.
İhtar: O Zâtin (A.S.M.) ahval ve harekâtı birer birer, yani tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse; heyet-i mecmuası, onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder.
Üçüncü Mes'ele: O Zâtin (A.S.M.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sahife vardır. Şimdi o sahifeleri okuyacağız:
Birinci Sahife: O Hazretin zâtıdır. Fakat bu sahifeyi mütalaadan evvel, ''Dört Nükte''ye dikkat lâzımdır:
Birinci Nükte: لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ Yani: Fıtrî karagözlülük, sun'î (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani: yapma ve sun'î olan birşey ne kadar güzel ve ne kadar kâmil olursa olsun, fıtrî ve tabiî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kâim olamaz. Herhalde sun'îliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden, etvarından belli olacaktır.
İkinci Nükte: Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
Üçüncü Nükte: Mütenasîb olan eşya arasında meyl ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celbederler. Aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıd olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.
Dördüncü Nükte: Cemaatte olan kuvvet, fertte yoktur. Meselâ: Çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz. Bu nükteler gözönüne getirilmekle o Hazretin sahifesi okunmalıdır. Evet, o zâtın bütün âsârı, sîretleri, tarihçe-i hayatı vesair ahvali onun pek büyük, azîm ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini Muhammed-ül Emin ile lâkablandırmışlardır.
Malûmdur ki, bir zâtta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeğe müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melaike ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik bir zâtta içtima eden ahlâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zât, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem'eden bir Zât, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?
Hülâsa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır. Ve keza o Zât'ın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zât'ın yaradılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o Zât'ın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesce malûm olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zât'ın (A.S.M.) sıdk u emaneti, dâvâ-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.
Dördüncü Mes'ele: İkinci sahifeyi okuyacağız. Bu sahife, mazi yani zaman-ı saadetten evvelki zamandır. Şu sahifenin hâvi olduğu enbiya-i sâlifînin ahvâl ve kıssaları, o Zât'ın sıdk-ı nübüvvetine birer bürhandır. Yalnız ''Dört Nükte''ye dikkat lâzımdır:
Birinci Nükte: İnsan bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taallûk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vâkıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mâhir ve mütehassıs olduğuna delildir.
İkinci Nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki; âdi bir insan da olsa, hattâ çocuk da olsa, hattâ küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba pek büyük bir haysiyet sahibi, âlem şümul bir dâvâda, pek inadlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmî yâni okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten âciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle âleme neşr ve ilân etmesi O'nun sıdkına delil olduğu gibi, o mes'elenin Allah'tan olduğuna da bir bürhan olmaz mı?
Üçüncü Nükte: Ma'lûmdur ki, medenî insanlarca malûm ve me'luf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevilerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevilerin ahvalinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlar ile görüşmelidir. Zira onların ahvalini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malûmatı elde edemez.
Dördüncü Nükte: Ümmî bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyn-el ulema ittifaklı olan mes'eleleri tasdik ve ihtilâflı olanları da tashih ederse; o adamın bu hârika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbî olduğuna delâlet etmez mi?
Bu dört nükteyi gözönüne getir, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a bak ki: O Zât herkesçe müsellem ümmîliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi Kur'anın lîsanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek âleme neşr ve ilân etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celbeden dâvâ-yı nübüvvetini isbat içindir. Ve naklettiği esasları, beyn-el enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilâflı olanı da tashih edip dâvasına mukaddeme yapmıştır. Sanki o Zât, vahy-i İlahî'nin ma'kesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek, o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh o Zât'ın bu hali onun bir mu'cizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevî bir delil hükmünde olup, o Zât'ın nübüvvetini isbat eder.
Beşinci Mes'ele: Asr-ı saadete ve bilhassa Ceziret-ül Arab mes'elesine dairdir. Bunda da ''Dört Nükte'' vardır.
Birinci Nükte: Âlemce malûmdur ki, az bir kavmin âdetlerinden hâkir, ehemmiyetsiz bir âdeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz'î, zaîf huylarını ref'etmek; büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba hâkim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede âdetlerine mutaassıb, inadcı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan âdetleri ref' ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlâklarını terkettiren; hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları te'sis eden bir Zât, hârikulâde olmaz mı?
İkinci Nükte: Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk gibi- teşekkülü, büyümesi tedricîdir. Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır. Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def'aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî mânevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikulâdeliği değil midir?
Üçüncü Nükte: Evet, kahr ve cebr ile zâhirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat; bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zâhiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, -en büyük harika olmakla- ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.
Dördüncü Nükte: Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz'îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes harikûlâde bir mu'cizedir.
Evet, Asr-ı Saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı Saadette İslâmiyet'in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılâb hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?
Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:
1- Tarih-i âlemin şehadetiyle sabittir ki; parmakla gösterilen en büyük bir dâhî, ancak umumî bir istidadı ihya ve umumî bir hasleti ikaz ve umumî bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa'yi hep heba olur.
2- Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm, zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek hârikulâde değil midir? Evet şems-i hakikatın ziyasındandır. Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziret-ül Arab'ı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziret-ül Arab'a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî'nin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilâyı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zâtın yaptığı o cilâ; İlahî, sabit, lâyetegayyer bir cilâdır ve onun büyük mu'cizelerinden biridir.
Ve keza, bir işde muvaffakıyet isteyen adam, Allah'ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatını muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde fıtrat, adem-i muvafakatla cevab verecektir.
Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh o cereyanlarda, tevfik-i İlahînin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hak ile mütemessik olduğu sâbit olur.
Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın getirdiği şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev'-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.
Bu Nükteler ile şu Noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'a bak. O zât, ümmîliğiyle beraber, bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itminan ile büyük bir işe teşebbüs etti. Bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı. Kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak, pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti. Vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti, ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sâhirlerin sihirlerini yutan Asâ-yı Mûsa gibi, başka zâlim devletleri yuttu ve nev'-i beşeri istilâ eden zulüm, fesad, ihtilâl, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi' ettirdi. Acaba o Zât'ın şu macerası, O'nun mesleği hak ve hakikat olduğuna delâlet etmez mi?
Altıncı Mes'ele: Bu mes'ele, istikbal sahifesine bakar. Bu sahifede dahi ''Dört Nükte'' vardır:
Birinci Nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört-beş fende mütehassıs ve meleke sahibi olabilir.
İkinci Nükte: Bazan olur ki, iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelâm mütefavit olur; birisinin cehline sathîliğine, ötekisinin ilmine meharetine delalet eder. Şöyle ki:
Bir adam düşünmeden, gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözler ile münasebetlerini tasavvur eder ve münasib bir mevkide, münbit bir yerde zer' eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur'an-ı Kerim'in fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabil kelâmlardandır.
Üçüncü Nükte: Bu zamanda vesait, âlât ve edevat- sanayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi âdileşmiş olan çok şeyler vardır ki, eğer onlar bundan iki-üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, hârikalardan addedilecekti. Kezalik kelâmlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır. Meselâ bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini muhafaza eden Kur'an, elbette ve elbette hârikadır.
Dördüncü Nükte: İrşadın tam ve nâfi' olmasının birinci şartı, cemaatın istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me'luf üslûb ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiareler ile tasvir edip, cumhura yani avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmıştır. Ve keza tekemmül etmeyen avam-ı nâsın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zâhirî ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi mes'elelerde icmal ve ibham etmiş ise de, yine hakikatlara işareten bazı emareler, karîneler vaz'etmiştir.
Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et: Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır. Evet tehzib-ür ruh, riyazet-ül kalb, terbiyet-ül vicdan, tedbir-ül cesed, tedvir-ül menzil, siyaset-ül medeniye, nizamat-ül âlem, hukuk, muamelât, âdâb-ı içtimaiye vesaire vesaire gibi ulûm ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir. Ve aynı zamanda, lüzum görülen mes'elelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan mes'elelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani esasları vaz'etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akılların meşveretine havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile; şu zaman-ı terakkide, en medenî yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh vicdanı insaf ile müzeyyen olan zât, bu şeriatın hakikatının bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-ı beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder. Evet zâhiren İslâmiyet dairesine girmeyen düşman feylesofları bile, bu hakikatı tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı feylesof Carlyle -Alman edib-i şehiri Goethe'den naklen- Kur'anın hakaikına dikkat ettikten sonra, "Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?" diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: "Evet, Muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar." Yine Carlyle demiştir ki: "Hakaik-i Kur'aniye, tulû' ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zâten, bu onun hakkı idi. Çünkü Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı." İşte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ ... فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ilââhir olan Âyet-i Kerimenin mealini tasdik etmiştir.(Haşiye)
S- Gerek Kur'an-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan Hadîs-i Şerif olsun; her fenden, her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitab veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle hârika olması lâzım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir?
C- Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselâm fezlekeler değildir. Ancak hüsn-ü isabetle münasib bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer' edilen fezlekelerdir. Kur'an veya hadîsin aldıkları fezlekeler, bu kabil fezlekelerdir. Bu kabil fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki, herbir fezleke, me'hazı olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısda olamaz.