- Katılım
- 25 Temmuz 2011
- Mesajlar
- 7,319
- Tepkime puanı
- 118
Eskişehir Hapishanesinin Son Meyvesi
Otuzbirinci Lem'anın İkinci Şuaı
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيم
Onaltı sene evvel, Eskişehir Hapishanesinde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şua, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda te'lif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken îman ve tevhid noktasında pek çok kıymetdar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.
Said Nursî
(Orjinal Sayfa:6)
["ALLAHü Ehad" ism-i azamına dair yedinci nükte-i azam ve altı ism-i azamın altı nüktesinin yedincisi.]
İhtar
Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünki, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı îmaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam îmanını kurtarır inşâALLAH. Maatteessüf ben burada kimse ile görüşemediğimden, kendime tebyiz edip yazdıramadım. Bu risalenin kıymetini anlamak istersen, başta bulunan İkinci ve Üçüncü Meyve'yi ve âhirdeki hâtimeyi ve hâtimeden iki sahife evvelki mes'eleyi evvelce dikkatle okuduktan sonra tamamını teenni ile mütalaa eyle!..
Altı ism-i azamın altı nüktelerinin "ALLAHü Ehad"e dair yedinci nükte-i azamdır.
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
فَاعْلَمْاَنَّهُلاَاِلهَاِلاَّاللّهُ âyetinin bir muhteşem nüktesiyle, meşhur bir kasem-i Nebevînin işaretiyle ve ilhamıyla hissettiğim gayet güzel ve çok şirin ve nihayet derecede latif üç meyve-i tevhid ve üç muktazîsi ve üç hüccetine dair bir nüktedir.
İşte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal ve tekrar ile her zaman ferman ettiği şu وَالَّذِىنَفْسُمُحَمَّدٍبِيَدِهِ kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki, şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehası ve nihayatı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünki
(Orjinal Sayfa:7)
mahlukatın en müntehab ve en müstesnası olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nefsi, kendi kendine mâlik olmazsa ve ef'alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise; elbette hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet -cüz'î olsun küllî olsun- o muhit iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz. Evet, bu çok manidar kasem-i Muhammedî'nin (A.S.M.) ifade ettiği gayet muazzam ve muhit bir tevhid-i Rububiyettir. Ve bu tevhidin isbatına dair yüz belki bin bâhir bürhanlar, Siracünnur olan Risâle-i Nur'da beyan edildiğinden, bu hakikat-ı âliyenin tafsilât ve isbatını ona havale ederek bu İkinci Şua'da muhtasar üç makam içinde bu çok ehemmiyetli hakikat-ı îmaniyenin birinci makamında gayet latif ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç küllî meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevkeden zevklerime ve hislerime işaret edilecek. İkinci Makamda ise bu kudsî hakikatın üç küllî muktazîsi ve esbab-ı mûcibesi beyan edilir ve o üç muktazî üçbin muktazîlerin kuvvetindedir. Ve Üçüncü Makamda, o hakikat-ı tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek ve o üç alâmet üçyüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler.
Birinci Makam'ın Birinci Meyvesi
Tevhid ve vahdette cemal-i İlâhî ve kemâl-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz cemâl ve kemalât-ı İlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesabsız ihsanat ve baha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz'iyatın sîmalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür. Meselâ; iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz'î fiil ise; tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara müsahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman'ın cemâl-i lâyezalîsi kemâl-i şa'şaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemal gizlenir ve o cüz'î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir; bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.
Hem meselâ, müdhiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa; birden zemin denilen hastahane-i kübrada bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak'ın cemâl-i
(Orjinal Sayfa:8)
şefkati ve mehasin-i Rahîmiyeti küllî ve şa'şaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz'î fakat alîmane, basîrane, şuurkârane olan şifa vermek dahi, camid ilâçların hasiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir. Bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder.
Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki: Namaz tesbihatının âhirinde Şafiîlerde gayet müstamel ve meşhur bir salavat olan
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وََعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثِيرًا كَثِيرًا
nin ehemmiyeti yüzündendir ki, insanın hikmet-i hilkatı ve sırr-ı câmiiyeti ise; her zaman, her dakika hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan, insanı dergâh-ı İlâhiyeye kamçı vurup sevkeden en keskin ve en müessir saik, hastalıklar olduğu gibi; insanı, kemâl-i şevk ile şükre sevkeden ve tam manasıyla minnetdar edip hamdettiren tatlı nimetler ise, başta şifalar ve devalar ve âfiyetler olduğundan bu salavat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur. Ben bazan بِعَدَدِكُلِّدَاءٍوَدَوَاءٍ dedikçe, küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddî ve manevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfi-i Hakikî'nin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum.
Hem meselâ: Dalaletin gayet müdhiş manevî elemini hisseden bir adama, îman ile hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden o cüz'î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan Mabudunun muhatab bir abdi olmak ve o îman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şa'şaalı bir mülk-i bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek ve onun gibi bütün mü'minleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve sîmasında, bir Zât-ı Kerim ve Muhsin'in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki, bir lem'asıyla bütün ehl-i îmanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz'î îmanı, ya müte
(Orjinal Sayfa:9)
hakkim ve hodbin Mu'tezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki, hakikî fiyatı ve bahası Cennet olan o Rahmanî pırlanta bir cam parçasına inip âyinedarlık ettiği kudsî cemalin lem'asını kaybeder.
İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehasındaki cüz'iyatın, cüz'iyat-ı ahvalinde tevhid noktasında cemal-i İlahînin ve kemal-i Rabbanînin binler enva'ı ve yüzbin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur. İşte tevhidde cemal ve kemal-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki; bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan "Lâ ilahe illALLAH" zikrinde ve tekrarında buluyorlar. Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniyye tahakkuk etmesi içindir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَفْضَلُمَاقُلْتُاَنَاوَالنَّبِيُّونَمِنْقَبْلِىلا َاِلهَاِلاَّاللّهُ Yani: "Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, "Lâ ilahe illALLAH" kelâmıdır." Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev'e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik ile, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irae eder. Ve Mevlâna Celaleddin'in dediği gibi,
آنْ خَيَا لاَتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ{ عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ
sırrıyla bir âyine-i cemal-i İlahî olur. Yoksa eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz'î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemali gösterir. Ve içindeki cüz'î bir lem'a dahi söner, kaybolur. Âdeta başaşağı olup elmastan şişeye döner.
Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatın meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb'aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve اِيّاكَنَعْبُدُوَاِيّاكَنَسْتَعِينُ deki hitaba muhatab olan zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa o şahsiyet,
(Orjinal Sayfa:10
o ehadiyet, o sîma, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir. Ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünki azamet ve kibriya perde olur, herkesin kalbi göremez. Hem o cüz'î zîhayatlarda pek zâhir bir surette anlaşılır ki; onun Sânii, onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdeta o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zâtın manevî bir teşahhusu, bir taayyünü îmana görünür. Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlukıyeti arkasında gayet aşikâr bir tarzda o manevî teşahhus, o kudsî taayyün sırr-ı tevhid ile, îmanla müşahede olunur. Çünki o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem' ve basar gibi manaların hem nümuneleri insanda var; o nümuneler ile onlara işaret eder. Çünki meselâ, gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.
Hem esmanın nakışları ve cilveleri insanda var; onlar ile o kudsî manalara şehadet eder. Hem insan, za'fıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine za'fına fakrına merhamet eden ve meded veren zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hakeza sair evsafına şehadet eder. İşte daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüz'iyatında, sırr-ı vahdetle binbir esma-i İlahiye, zîhayat denilen küçücük mektublarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni'-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.
Bu birinci meyvenin hakikatına beni îsal ve sevkeden zevkî bir hissimdir. قöyle ki:
Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan zîhayat ve hususan onlardan zîşuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar olanların halleri çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: "Bu âciz ve zaîf bîçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi; istilâ edici ve sağır olan unsurlar, hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip hususî işlerine müdahale eden yok mu?" diye ruhum çok derin feryad ediyordu. Hem "O çok güzel memlûklerin ve çok kıymetdar malların ve çok müştak ve minnetdar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahibleri, bir hakikî dostları yok mu?" diye
(Orjinal Sayfa:11)
kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu. İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevab ise: Sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal'in umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hassası ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzât kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzât dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmisi olduğunu sırr-ı Kur'an ve nur-u îman ile bildim. O hadsiz me'yusiyet yerinde nihayetsiz bir mesruriyet hissettim. Ve herbir zîhayat öyle bir Mâlik-i Zülcelal'e mensubiyeti ve memlûkiyeti cihetiyle nazarımda binler derece bir ehemmiyet, bir kıymet kesbettiler. Çünki madem herkes efendisinin şerefiyle ve mensub olduğu zâtın makamıyla ve şöhretiyle iftihar eder, bir izzet peyda eder; elbette nur-u îman ile bu mensubiyetin ve memlûkiyetin inkişafı suretinde, bir karınca bir firavunu o mensubiyet kuvvetiyle mağlub ettiği gibi (o mensubiyet şerefiyle dahi) gafil ve kendi kendine mâlik ve başıboş kendini zanneden ve ecdadıyla ve mülk-ü Mısır ile iftihar eden ve kabir kapısında o iftiharı sönen bin fir'avun kadar iftihar edebilir. Ve sinek dahi Nemrud'un sekerat vaktinde azaba ve hicaba inkılab eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irae edip, onunkini hiçe indirebilir.
İşte اِنَّالشِّرْكَلَظُلْمٌعَظِيمٌ âyeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlukun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu Cehennem temizler.
Tevhidin İkinci Meyvesi
Birinci meyve Hâlık-ı Kâinat olan Zât-ı Akdes'e baktığı gibi, ikinci meyve dahi kâinatın zâtına ve mahiyetine bakar. Evet sırr-ı vahdetle kâinatın kemalâtı tahakkuk eder ve mevcudatın ulvî vazifeleri anlaşılır ve mahlukatın netice-i hilkatleri takarrur eder ve masnuatın kıymetleri bilinir ve bu âlemdeki makasıd-ı İlahiye vücud bulur ve zîhayat ve zîşuurların hikmet-i hilkatları ve sırr-ı icadları tezahür eder ve bu dehşet-engiz tahavvülât içinde kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi sîmaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür ve fena ve zevalde kaybolan mevcudatın neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhları ve tesbihatları gibi çok vücudları kendilerine bedel âlem-i şehadette bırakıp,
(Orjinal Sayfa:12)
sonra gittikleri bilinir. Ve kâinat baştan başa gayet manidar bir kitab-ı Samedanî ve mevcudat ferşten arşa kadar gayet mu'cizane bir mecmua-i mektûbat-ı Sübhaniye ve mahlukatın bütün taifeleri, gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbanî ve masnuatın bütün kabileleri mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyarata kadar Sultan-ı Ezelî'nin gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi ve herşey, âyinedarlık ve intisab cihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları ve "Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlukat nereden geliyor ve nereye gidecek ve ne için gelmişler ve ne yapıyorlar?" diye halledilmeyen tılsımlı suallerin manaları ona inkişaf etmesi, ancak ve ancak sırr-ı tevhid iledir. Yoksa kâinatın bu mezkûr yüksek kemalâtları sönecek ve o ulvî ve kudsî hakikatları zıdlarına inkılab edecek.
İşte şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemalâtına ve ulvî hukuklarına ve kudsî hakikatlarına bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semavat ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anasır ittifak edip, kavm-i Nuh Aleyhisselâm ve Âd ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor. تَكَادُتَمَيَّزُمِنَالْغَيْظِ âyetinin sırrıyla Cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. Evet şirk, kâinata karşı büyük bir tahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor. Nümune için binler misallerinden birtek misale işaret edeceğiz.
Meselâ Sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüzbinler başlı ve her başında o nevide bulunan ferdlerin sayısınca yüzbinler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve a'za ve hüceyratı mikdarınca yüzbinler diller ile Sâniini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvî bir makam sahibi bir acaib-ül mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulât yetiştiren bir mezraa ve dâr-ı saadet tabakalarına a'mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan Cennet-i Alâ'daki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüzbin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise, bu çok acib ve tam muti', hayatdar ve cismanî melaikeyi; camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, halik, manasız hâdisatın herc ve merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir pe
(Orjinal Sayfa:13)
rişan mecmua-yı vâhiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaatdar fabrikayı; mahsulâtsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel'abegâhı ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir. İşte اِنَّالشِّرْكَلَظُلْمٌعَظِيمٌ sırrıyla, şirk birtek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki, Cehennem'de hadsiz azaba müstehak eder. Her ne ise... "Siracünnur"da bu ikinci meyvenin izahatı ve hüccetleri mükerreren beyan edildiğinden, o uzun kıssayı kısa bıraktık. Bu ikinci meyveye beni sevkedip îsal eden acib bir his ve garib bir zevktir. Şöyle ki:
Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i âzamın yüzbinler nümunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhassa zîhayat mahlukatın, hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der'akab kaybolmaları ve daimî bir faaliyet-i müdhişe içinde mevt ve zeval levhaları bana çok hazîn görünüp, rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu. "Of, yazık! Ah, yazık!" diyerek, bu ahların, ofların altında derinden derine bir vaveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu âkibete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azab gördüm. Hem nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymetdar san'atta olan zîhayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temaşa ettikçe, ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamak ile şekva etmek istiyor; neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?.. diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnu'cuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve san'at ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymetdar bir surette icad edildikten sonra, gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp, hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe; kemalâta meftun ve güzelliklere mübtela ve kıymetdar şeylere âşık olan bütün latifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: "Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuş?" diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müdhiş itirazlar başladığı hengâmda; birden nur-u Kur'an, sırr-ı îman, lütf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti; o karanlıkları aydınlattı, benim bütün "Ah!" ve
https://www.islamiforumlar.net/report.php?p=2884
Otuzbirinci Lem'anın İkinci Şuaı
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيم
Onaltı sene evvel, Eskişehir Hapishanesinde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şua, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda te'lif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken îman ve tevhid noktasında pek çok kıymetdar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.
Said Nursî
(Orjinal Sayfa:6)
["ALLAHü Ehad" ism-i azamına dair yedinci nükte-i azam ve altı ism-i azamın altı nüktesinin yedincisi.]
İhtar
Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünki, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı îmaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam îmanını kurtarır inşâALLAH. Maatteessüf ben burada kimse ile görüşemediğimden, kendime tebyiz edip yazdıramadım. Bu risalenin kıymetini anlamak istersen, başta bulunan İkinci ve Üçüncü Meyve'yi ve âhirdeki hâtimeyi ve hâtimeden iki sahife evvelki mes'eleyi evvelce dikkatle okuduktan sonra tamamını teenni ile mütalaa eyle!..
Altı ism-i azamın altı nüktelerinin "ALLAHü Ehad"e dair yedinci nükte-i azamdır.
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
فَاعْلَمْاَنَّهُلاَاِلهَاِلاَّاللّهُ âyetinin bir muhteşem nüktesiyle, meşhur bir kasem-i Nebevînin işaretiyle ve ilhamıyla hissettiğim gayet güzel ve çok şirin ve nihayet derecede latif üç meyve-i tevhid ve üç muktazîsi ve üç hüccetine dair bir nüktedir.
İşte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal ve tekrar ile her zaman ferman ettiği şu وَالَّذِىنَفْسُمُحَمَّدٍبِيَدِهِ kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki, şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehası ve nihayatı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünki
(Orjinal Sayfa:7)
mahlukatın en müntehab ve en müstesnası olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nefsi, kendi kendine mâlik olmazsa ve ef'alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise; elbette hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet -cüz'î olsun küllî olsun- o muhit iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz. Evet, bu çok manidar kasem-i Muhammedî'nin (A.S.M.) ifade ettiği gayet muazzam ve muhit bir tevhid-i Rububiyettir. Ve bu tevhidin isbatına dair yüz belki bin bâhir bürhanlar, Siracünnur olan Risâle-i Nur'da beyan edildiğinden, bu hakikat-ı âliyenin tafsilât ve isbatını ona havale ederek bu İkinci Şua'da muhtasar üç makam içinde bu çok ehemmiyetli hakikat-ı îmaniyenin birinci makamında gayet latif ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç küllî meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevkeden zevklerime ve hislerime işaret edilecek. İkinci Makamda ise bu kudsî hakikatın üç küllî muktazîsi ve esbab-ı mûcibesi beyan edilir ve o üç muktazî üçbin muktazîlerin kuvvetindedir. Ve Üçüncü Makamda, o hakikat-ı tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek ve o üç alâmet üçyüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler.
Birinci Makam'ın Birinci Meyvesi
Tevhid ve vahdette cemal-i İlâhî ve kemâl-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz cemâl ve kemalât-ı İlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesabsız ihsanat ve baha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz'iyatın sîmalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür. Meselâ; iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz'î fiil ise; tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara müsahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman'ın cemâl-i lâyezalîsi kemâl-i şa'şaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemal gizlenir ve o cüz'î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir; bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.
Hem meselâ, müdhiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa; birden zemin denilen hastahane-i kübrada bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak'ın cemâl-i
(Orjinal Sayfa:8)
şefkati ve mehasin-i Rahîmiyeti küllî ve şa'şaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz'î fakat alîmane, basîrane, şuurkârane olan şifa vermek dahi, camid ilâçların hasiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir. Bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder.
Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki: Namaz tesbihatının âhirinde Şafiîlerde gayet müstamel ve meşhur bir salavat olan
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وََعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثِيرًا كَثِيرًا
nin ehemmiyeti yüzündendir ki, insanın hikmet-i hilkatı ve sırr-ı câmiiyeti ise; her zaman, her dakika hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan, insanı dergâh-ı İlâhiyeye kamçı vurup sevkeden en keskin ve en müessir saik, hastalıklar olduğu gibi; insanı, kemâl-i şevk ile şükre sevkeden ve tam manasıyla minnetdar edip hamdettiren tatlı nimetler ise, başta şifalar ve devalar ve âfiyetler olduğundan bu salavat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur. Ben bazan بِعَدَدِكُلِّدَاءٍوَدَوَاءٍ dedikçe, küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddî ve manevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfi-i Hakikî'nin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum.
Hem meselâ: Dalaletin gayet müdhiş manevî elemini hisseden bir adama, îman ile hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden o cüz'î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan Mabudunun muhatab bir abdi olmak ve o îman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şa'şaalı bir mülk-i bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek ve onun gibi bütün mü'minleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve sîmasında, bir Zât-ı Kerim ve Muhsin'in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki, bir lem'asıyla bütün ehl-i îmanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz'î îmanı, ya müte
(Orjinal Sayfa:9)
hakkim ve hodbin Mu'tezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki, hakikî fiyatı ve bahası Cennet olan o Rahmanî pırlanta bir cam parçasına inip âyinedarlık ettiği kudsî cemalin lem'asını kaybeder.
İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehasındaki cüz'iyatın, cüz'iyat-ı ahvalinde tevhid noktasında cemal-i İlahînin ve kemal-i Rabbanînin binler enva'ı ve yüzbin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur. İşte tevhidde cemal ve kemal-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki; bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan "Lâ ilahe illALLAH" zikrinde ve tekrarında buluyorlar. Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniyye tahakkuk etmesi içindir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَفْضَلُمَاقُلْتُاَنَاوَالنَّبِيُّونَمِنْقَبْلِىلا َاِلهَاِلاَّاللّهُ Yani: "Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, "Lâ ilahe illALLAH" kelâmıdır." Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev'e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik ile, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irae eder. Ve Mevlâna Celaleddin'in dediği gibi,
آنْ خَيَا لاَتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ{ عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ
sırrıyla bir âyine-i cemal-i İlahî olur. Yoksa eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz'î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemali gösterir. Ve içindeki cüz'î bir lem'a dahi söner, kaybolur. Âdeta başaşağı olup elmastan şişeye döner.
Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatın meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb'aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve اِيّاكَنَعْبُدُوَاِيّاكَنَسْتَعِينُ deki hitaba muhatab olan zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa o şahsiyet,
(Orjinal Sayfa:10
o ehadiyet, o sîma, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir. Ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünki azamet ve kibriya perde olur, herkesin kalbi göremez. Hem o cüz'î zîhayatlarda pek zâhir bir surette anlaşılır ki; onun Sânii, onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdeta o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zâtın manevî bir teşahhusu, bir taayyünü îmana görünür. Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlukıyeti arkasında gayet aşikâr bir tarzda o manevî teşahhus, o kudsî taayyün sırr-ı tevhid ile, îmanla müşahede olunur. Çünki o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem' ve basar gibi manaların hem nümuneleri insanda var; o nümuneler ile onlara işaret eder. Çünki meselâ, gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.
Hem esmanın nakışları ve cilveleri insanda var; onlar ile o kudsî manalara şehadet eder. Hem insan, za'fıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine za'fına fakrına merhamet eden ve meded veren zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hakeza sair evsafına şehadet eder. İşte daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüz'iyatında, sırr-ı vahdetle binbir esma-i İlahiye, zîhayat denilen küçücük mektublarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni'-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.
Bu birinci meyvenin hakikatına beni îsal ve sevkeden zevkî bir hissimdir. قöyle ki:
Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan zîhayat ve hususan onlardan zîşuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar olanların halleri çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: "Bu âciz ve zaîf bîçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi; istilâ edici ve sağır olan unsurlar, hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip hususî işlerine müdahale eden yok mu?" diye ruhum çok derin feryad ediyordu. Hem "O çok güzel memlûklerin ve çok kıymetdar malların ve çok müştak ve minnetdar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahibleri, bir hakikî dostları yok mu?" diye
(Orjinal Sayfa:11)
kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu. İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevab ise: Sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal'in umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hassası ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzât kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzât dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmisi olduğunu sırr-ı Kur'an ve nur-u îman ile bildim. O hadsiz me'yusiyet yerinde nihayetsiz bir mesruriyet hissettim. Ve herbir zîhayat öyle bir Mâlik-i Zülcelal'e mensubiyeti ve memlûkiyeti cihetiyle nazarımda binler derece bir ehemmiyet, bir kıymet kesbettiler. Çünki madem herkes efendisinin şerefiyle ve mensub olduğu zâtın makamıyla ve şöhretiyle iftihar eder, bir izzet peyda eder; elbette nur-u îman ile bu mensubiyetin ve memlûkiyetin inkişafı suretinde, bir karınca bir firavunu o mensubiyet kuvvetiyle mağlub ettiği gibi (o mensubiyet şerefiyle dahi) gafil ve kendi kendine mâlik ve başıboş kendini zanneden ve ecdadıyla ve mülk-ü Mısır ile iftihar eden ve kabir kapısında o iftiharı sönen bin fir'avun kadar iftihar edebilir. Ve sinek dahi Nemrud'un sekerat vaktinde azaba ve hicaba inkılab eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irae edip, onunkini hiçe indirebilir.
İşte اِنَّالشِّرْكَلَظُلْمٌعَظِيمٌ âyeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlukun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu Cehennem temizler.
Tevhidin İkinci Meyvesi
Birinci meyve Hâlık-ı Kâinat olan Zât-ı Akdes'e baktığı gibi, ikinci meyve dahi kâinatın zâtına ve mahiyetine bakar. Evet sırr-ı vahdetle kâinatın kemalâtı tahakkuk eder ve mevcudatın ulvî vazifeleri anlaşılır ve mahlukatın netice-i hilkatleri takarrur eder ve masnuatın kıymetleri bilinir ve bu âlemdeki makasıd-ı İlahiye vücud bulur ve zîhayat ve zîşuurların hikmet-i hilkatları ve sırr-ı icadları tezahür eder ve bu dehşet-engiz tahavvülât içinde kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi sîmaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür ve fena ve zevalde kaybolan mevcudatın neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhları ve tesbihatları gibi çok vücudları kendilerine bedel âlem-i şehadette bırakıp,
(Orjinal Sayfa:12)
sonra gittikleri bilinir. Ve kâinat baştan başa gayet manidar bir kitab-ı Samedanî ve mevcudat ferşten arşa kadar gayet mu'cizane bir mecmua-i mektûbat-ı Sübhaniye ve mahlukatın bütün taifeleri, gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbanî ve masnuatın bütün kabileleri mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyarata kadar Sultan-ı Ezelî'nin gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi ve herşey, âyinedarlık ve intisab cihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları ve "Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlukat nereden geliyor ve nereye gidecek ve ne için gelmişler ve ne yapıyorlar?" diye halledilmeyen tılsımlı suallerin manaları ona inkişaf etmesi, ancak ve ancak sırr-ı tevhid iledir. Yoksa kâinatın bu mezkûr yüksek kemalâtları sönecek ve o ulvî ve kudsî hakikatları zıdlarına inkılab edecek.
İşte şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemalâtına ve ulvî hukuklarına ve kudsî hakikatlarına bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semavat ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anasır ittifak edip, kavm-i Nuh Aleyhisselâm ve Âd ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor. تَكَادُتَمَيَّزُمِنَالْغَيْظِ âyetinin sırrıyla Cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. Evet şirk, kâinata karşı büyük bir tahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor. Nümune için binler misallerinden birtek misale işaret edeceğiz.
Meselâ Sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüzbinler başlı ve her başında o nevide bulunan ferdlerin sayısınca yüzbinler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve a'za ve hüceyratı mikdarınca yüzbinler diller ile Sâniini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvî bir makam sahibi bir acaib-ül mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulât yetiştiren bir mezraa ve dâr-ı saadet tabakalarına a'mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan Cennet-i Alâ'daki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüzbin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise, bu çok acib ve tam muti', hayatdar ve cismanî melaikeyi; camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, halik, manasız hâdisatın herc ve merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir pe
(Orjinal Sayfa:13)
rişan mecmua-yı vâhiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaatdar fabrikayı; mahsulâtsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel'abegâhı ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir. İşte اِنَّالشِّرْكَلَظُلْمٌعَظِيمٌ sırrıyla, şirk birtek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki, Cehennem'de hadsiz azaba müstehak eder. Her ne ise... "Siracünnur"da bu ikinci meyvenin izahatı ve hüccetleri mükerreren beyan edildiğinden, o uzun kıssayı kısa bıraktık. Bu ikinci meyveye beni sevkedip îsal eden acib bir his ve garib bir zevktir. Şöyle ki:
Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i âzamın yüzbinler nümunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhassa zîhayat mahlukatın, hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der'akab kaybolmaları ve daimî bir faaliyet-i müdhişe içinde mevt ve zeval levhaları bana çok hazîn görünüp, rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu. "Of, yazık! Ah, yazık!" diyerek, bu ahların, ofların altında derinden derine bir vaveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu âkibete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azab gördüm. Hem nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymetdar san'atta olan zîhayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temaşa ettikçe, ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamak ile şekva etmek istiyor; neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?.. diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnu'cuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve san'at ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymetdar bir surette icad edildikten sonra, gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp, hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe; kemalâta meftun ve güzelliklere mübtela ve kıymetdar şeylere âşık olan bütün latifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: "Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuş?" diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müdhiş itirazlar başladığı hengâmda; birden nur-u Kur'an, sırr-ı îman, lütf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti; o karanlıkları aydınlattı, benim bütün "Ah!" ve
https://www.islamiforumlar.net/report.php?p=2884