Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar

Elifgül

Uzman Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
7,319
Tepkime puanı
118
enguzel_namaz_17.jpg

1- Tembellik etmemek: Bir maksadın ele geçmesi için, insanlarca ötedenberi bilinen ve başvurulan sebepler, tedbirler ve çareler ne ise, onları tatbik etmek vâciptir.

Çünkü
ALLAH-ü Teâlâ bu âlemde herşeyin, her hâdisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çârelerin uygulanmasına bağlamıştır.

Buna "tesbîb hikmeti" denir. Yâni birşeyin yaratılması
, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçekleşir diye ALLAH, bir düzen koymuştur.

O`nun âdeti hep bu şekilde devam etmektedir.
ALLAH`ın âdetinde de değişiklik olmayacağından; olumlu veya olumsuz, istediğini bulmak için, insanın sebeplere dikkat etmesi, kendine düşeni yerine getirmesi gerekmektedir.

Sebeplere sarılmadan ALLAH`a güvenmeye tevekkül değil, "ittikâl" denebilir.

Kelime, Arapçadaki mânâsı itibariyle pasifliği anlatır ve bu, yerilen bir durumdur.

Onun için Resûlullah (s.a.v.) "Lâilâhe illallâh diyen herkes Cennet`e girecektir." deyince Hz. Ömer (r.a.): "Ey ALLAH`ın Resûlu, bunu halka söylemeyelim; ittikâl ederler." demişti ki; sebeplere sarılmadan ve ALLAH`ın diğer emirlerini yerine getirmeden Cennet`e girmeyi ümit ederler demektir.

Bu konuyu belki de en güzel açıklayan Resûlullah Efendimizdir. "Devemi bırakıp tevekkül edeyim." diyene "Bağla da öyle tevekkül et." buyurmuşlardır

Elmalılı M. Hamdi Yazır, Bakara Suresi 60. ayetin tefsirinde sebeplerin önemi hakkında şahsen benim çok anlamlı bulduğum bir tesbit yapmaktadır.

Ayet-i Kerîme şöyledir: "Hani bir zamanlar Musa kavmi için su istemişti, biz de: "Asânla taşa vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı

Elmalılı Merhum burada şunları söylüyor: "Hz. Musa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak`tan su diliyor, yağmur duasına çıkıyor.

Cenab-ı ALLAH da bu duayı kabul ile istenilenden daha büyük harikulade bir nimet ihsan ediyor.

Gelip geçici bir yağmur yerine, israiloğulları`nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve bununla yüce varlığına ve ilâhî inâyetine açık bir belge bahşediyor.

Öylesine bahşediyor ki, duanın arkasından fiilî bir teşebbüsün lüzumunu emrediyor, "asân ile taşa vur!" diyor.

Demek ki, o sırada Hz Musa, farzedelim bu ilahi emre derhal uymayıp da "asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?" gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu nimet teclli etmeyecekti, dualar ve yapılan araştırmalar belki de boşa çıkacaktı.

O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kâdir olan ALLAH Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir manevî sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor

Esasen manevi sebep olan dua, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. ilham olunan maddi sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor.

Böylece hidayet bürhanı tamamıyla tecellî ediyor... Hakikaten ALLAH, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyla kavrayamaz... Hak Teâlâ`nın nimetlerinin tecellisi her zaman böyle manevi sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde gizlidir.

Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. ALLAH Teâlâ`ya yürekten ve ihlas ile dua etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en büyük semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve Rahmânî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır.

Sebeplere sarılmakla ilgili olarak imam Gazâlî de şöyle demiştir: "insanı zarardan koruyan sebepler arasında tesiri kesin olan veya tesir ihtimâli yüksek olan sebepleri bırakmak tevekkülün şartı değildir.

Hırsız girmesin diye evin kapısını kilitlemek, tehlikeli yerde silah taşımak, düşmandan sakınmak tevekküle mani değildir

Sebepleri ihmâl etmek, üzerine düşen görevi yapmamak kısacası tembellik etmek, bir bakıma ALLAH`ın koyduğu tesbîb hikmetini görmemezlikten gelmekle beraber, göz göre göre kendisini câhilliğin, hastalığın, fakirliğin dişleri arasına atmak demektir ki, bunların hepsi de dînen haramdır.

Eğer kişi, bu bahsettiğimiz şekilde sebeplere önem verir, üzerine düşeni yaparsa; bir isteğinin gerçekleşebilmesi için elinde mevcut bütün kuvvet ve araçlar ile ALLAH`a yönelmiş olur ki, bu durum elbette daha ciddî, daha samîmî ve daha kıymetlidir

2- Sebeplerin gerçek kıymetini bilmek: Bunların kıymeti, ALLAH`a karşı birer dilek vâsıtası olmaktan ibârettir.

Aslen tesir
ALLAH`tandır. Yâni sebepler, ilâhî tesirin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere yine ALLAH tarafından bize öğretilmiş, düzenlenmiştir

Kendisinden ancak o yollarla yardım istemek gerekir. Fakat maksadın meydan gelmesini
, -bir Müslüman olarak- sebeplerden değil, onları yaratıp bize bildiren ALLAH-ü Teâlâ`dan beklemek gerekir. Çünkü herşeyin yaratıcısı ve yönlendireni O`dur.

Bu durumla ilgili olarak bazı âlimler derler ki: "Bir iş için çalıştık
, çabaladık; artık o ister istemez olacak demeyin. Tesiri ALLAH`tan bekleyin; biz istedik, ALLAH da müsade ederse olur deyin

Elmalılı M. Hamdi Yazır da sebeplerin kıymeti hakkında şöyle demektedir: "...Her durumda
ALLAH emrini yerine getirir.

Murâdını muhakkak yapar
, hiçbir işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir.

Hükmünü istediği gibi yürütür. Kendisine tevekkül edilse de edilmese de yürütür.


Nihâyet herşeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer tatlı da geçer; sıkıntı da geçer
, refah da geçer. Ecel gelince, takdir edilen ölüm, dakika geçirmeksizin pençesini takar, âkibet gelir çatar. iyiler iyiliği ile, kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır.

Ancak
, ALLAH`a tevekkül de, O`nun emridir. Tevekkül edenin murâdı da, ALLAH`ın irâde ve rızasına teslim olmaktan ibâret olursa, ALLAH da onun mükâfâtını büyütür.

Hakîkat şudur ki;
ALLAH herşey için bir ölçü takdir etmiştir, bir sınır ve miktar tahsis etmiştir ki, o şeyi ona göre yürütür.

O sınır ve miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki herşey hakkında geçerlidir.


Ve herşeyin hükmü
, kıymeti ALLAH`ın ona tahsis ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir

Gerçekte birşeyi bilmek de onu
, o ölçü ve sınırıyla seçmek demektir.

Bu cihetle sebeplerin bir dereceye kadar kıymet ve îtibarı yok değilse de
, bunlar, zatî (aslî) değil, değişken ve sınırlıdır.

Tesir ve hüküm sebebin değil
, ALLAH`ındır. Asıl ilim ve kudretine itibâr edilecek; işler, hüküm ve irâdesine havâle edilecek hâkim, sebepler değil, sebepleri yaratan ALLAH`tır.

Herşey geçer
, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle ALLAH kalır. Hem ALLAH takdir buyurmamışsa hiçbir şey diğerine tesirini gösteremez.

Takdir buyurmuş ise
, ALLAH`tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, ALLAH`ın yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir.


Rızık da ALLAH`ın doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir.

Demek ki sebeplere îtimat sonlu, ALLAH`a îtimat sonsuzdur

O halde kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, ALLAH`a dayanmaktadır.

Tevekkül de, gururla kendini sayıp koyuvermek değil, ALLAH`ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazîfesine önem vermek, takvâ sahibi olmak, kusurunu îtirâf ile berâber, ALLAH`ın kudretine îtimat edip netice hakkında telaşa düşmeksizin, O`nun irâdesine teslim olmaktır."

Seyyid Kutub da sebepler konusunda şöyle demektedir: "...ALLAH`ın değişmez kâinat kanunu sebep ve netice düzeniyle yürüyor.

Ancak neticeyi meydana getiren yalnız sebepler değildir. Asıl etki eden, fâil-i mutlak olan ALLAH-ü Zülcelâl`dir.

ALLAH, kendi takdiri ve istemesi ile sebep ve netîce düzenini sağlıyor

O yüzden ALLAH, insandan çalışıp çabalamasını, üzerine düşen vazifeleri îfâ etmesini istiyor.

insan bu vazifeleri îfâ ettiği kadar, ALLAH netîceleri düzenleyip tahakkuk ettiriyor.

Böylece sebep ve netice ALLAH`ın isteği ve takdirâtı ile ilgili olarak uzuyor.

Yalnız O`dur ki, istediği zaman, istediği şekilde neticelerin meydana gelmesine izin verir.

işte bu şekilde Müslüman`ın düşüncesiyle çalışması arasındaki birlik sağlanıyor.

Müslüman gücünün yettiği kadar çalışıp çabalar.

Fakat bu çalışmanın sonucunu ALLAH`ın takdirine ve isteğine bırakır. Ona göre sebep ve netice arasında mutlak kat`iyyet yoktur. O, hiçbir şeyde ALLAH`a kat`iyyet yüklem

3- Her hususta ALLAH`tan başka hiçbir şeye güvenmemek: Nice insanlar vardır ki, ellerindeki servete, sahip oldukları mevkîye, büyük insanlarla olan yakınlıklarına veya yüksek tahsil görmüş oğluna veya kızına güvenmektedir.

Onların varlığı gönlünü doldurmuş
, yarına emniyetle bakıyor, ALLAH-ü Teâlâ`dan gaflet halindedir.

Her teşebbüsünü bu kuvvetlerle başaracağına inanmıştır.


Halbuki bütün bunlar ve sahip olduğu herşey
, bir anda yok olabilir

O zaman yalnız bunlara dayanan insanın hâli ne olur...27 Müslüman ise böyle değildir; o
, nelere sahip olduğunun farkında olup, şükrünü îfâ edecek, bunları akıllıca kullanacak; fakat her zaman yalnız ALLAH`a güvenecektir.
Alıntı..

 
Üst Alt